Tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6/20/2019
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...
İNSAN HIRSININ ZİRVESİ: BABİL KULESİ
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Babil Kulesi, gerek inşasındaki gizemleri gerekse insanın Tanrılaşma mücadelesine ait sırlarını içinde barındıran ve efsanelere konu olmuş tarihi başyapıtlardan birisidir. Yükseklerde olan herşeyi kutsal sayan Sümerliler tarafından 5000 yıl önce inşa edildiği düşünülen Babil Kulesi, semavi metinler dışında birçok mitolojide ve tarihi kaynaklarda kendine yer bulmuştur. Günümüzde Irak'ın Bağdat şehrinin 100 km güneyinde olan bölgede olduğu düşünülen ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan Babilin Asma Bahçelerinin içinde inşa edilen Babil Kulesi, çağın çok ötesindeki mimarisiyle tarih boyunca birçok medeniyet tarafından ele geçirilmek istenmiş ve sayısız savaşa tanıklık etmiştir. Peki insanın Tanrıya ulaşma çabasının bir simgesi olan ve o dönemde inşa edilen birçok yapıta göre eşşiz bir mimariye sahip olan Babilin Kulesinin ardında sakladığı gizemler nelerdir?
Dini ve Tarihi Kaynaklarda Babil Kulesi
Akad dilinde 'bab-ilu' kelimesinden türeyen Babil kelimesi Tanrı'nın Kapısı anlamına gelmektedir. Akad diliyle benzerlik gösteren Arapça'da da bab kelimesi kapı anlamındadır ve Türkçe'ye Arapça'dan geçmiştir. İbranice bavel okunuşunun babel şekline dönüşmesinden türeyen kelime, Hristiyanlarca da kutsal kabul edilen Eski Ahit'te 'kargaşa, anarşi' şeklinde açıklanmıştır. Kuran, Tevrat ve İncil dışında Babil ve Sümer tabletlerinde ve birçok tarihi eserlerde Babil Kulesi hakkında bilgiler verilmektedir.
En eski semavi kitaplar olan Tevrat ve İncil'de Babil kulesinin hikayesi şu şekilde anlatılmaktadır; Nuh tufanından sonra bulundukları bölgeye yayılan Nuh'un çocukları Sinar (Sümer) ülkesine yerleşirler. Zamanla gelişen insanoğlu insanların dağılmadan yaşayacağı büyük bir şehir kurmak ister. Kurulacak bu uygarlığın en büyük özelliği yeryüzündeki bütün insanların aynı dili konuştuğu tek bir devletten oluşmasıdır. Bu şehri kuran insanlar daha sonra şehrin nişanesi olsun diye ortasına yeryüzünün en büyük kulesini inşa etmek isterler. Amaçları göklere yükselip Tanrılara ulaşmak ve insanların dağılmasını engelleyecek bir yapı inşa etmektir. Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanoğlunun bu çabasına ve kendilerini beğenmişliklerine sinirlenir ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılış hikayesi, Tevrat'ta anlatılmamaktadır. Ancak Yahudilerin meşhur tarihi kaynakları olan Jubiless ve Leptogenesis'te Tanrı'nın çok sert bir rüzgar estirerek kuleyi yıktığından söz edilmektedir. Kısacası, başlarına gelen Nuh Tufanından ders çıkarmayan insanoğlunun kendini Tanrıyla kıyaslaması, kibiri yine Tanrı tarafından cezalandırılmış ve birbirini anlamayan insanların ayrışmasıyla birçok farklı millet ortaya çıkmıştır. Tevratta Babil Kulesi için insanlığın yüz karası tabiri kullanılmaktadır. Günümüzde ise, bütün dillerin aynı kökenden geldiğini iddia eden birçok dilbilimci Babil Kulesi hikayesini kanıt olarak değerlendirmektedir.
Dinler tarihinin ve İsrailoğullarına ait efsanelerin geçtiği ve Yahudiler için önemli bir kaynak sayılan Peygamber Enok/Hanok'un kitabında da (1. İznik konsilinde saptırıcı bilgiler olduğu düşünüldüğünden Tevrat’tan ve İncil'den tamamen çıkarılmıştır.) Babil Kulesi konusu ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Nuh tufanından önce yeryüzüne Nefiller ve Elohim denilen varlıklar gelmekteydi. Başka bir gezegende yaşadığı düşünülen bu varlıklar, yeryüzüne inip ihtiyaçlarını karşılamakta ve insanlarla iletişime geçmekteydi. Çok daha gelişmiş özelliklere ve teknolojiye sahip olan bu dev varlıklar insanlar tarafından Yarı Tanrı yada Tanrı olarak tasvir ediliyorlardı. Birçok araştırmacı, Sümer tabletlerinde anlatılan ve yeryüzüne inerek altın karşılığında insanlara bilmedikleri şeyleri öğreten Annunakilerin bu tarihi kitapta bahsedilen Elohim ve Nefillerden olduğunu iddia etmektedirler. Nuh tufanı yaşandıktan sonra tekrar bir araya gelen ve aynı dili konuşan insanlar büyük bir kule inşa etmişlerdi. Çok üstün teknolojilerle inşa edilen bu kule yardımıyla diğer gezegenlerdeki varlıklara ok saldırıları düzenlemeye başladılar. Bu muazzam kulenin insanlar tarafından inşa edilmesi ,Elohim denen varlıklarda büyük bir panik oluşmasına neden olmuştu. İnsanların daha fazla gelişmesini istemeyen Elohimler, tekrar yeryüzüne inmiş ve insanların dillerini karıştırarak ayrışmalarına ve birbirlerine savaş açmalarına neden olmuştur. Bu hikayenin bir kopyası da Mayalarda güvercin hikayesi olarak anlatılmaktadır. İnsanların böyle bir kule inşa ettiğini gören Tanrılar bir güvercin göndermiş ve insanların dillerini karıştırmıştır.
Kuran-ı Kerim'de ise Babil Kulesine benzer bir kuleden ve hikayeden bahsedilir. Kuran'da geçen hikaye Babil'de değil Musa peygamberin yaşadığı dönemde Mısır'da geçmektedir. Firavun, tefsircilerin yardımcısı ya da veziri olduğunu belirttiği Haman'a kendisine kilden bir kule inşa etmesini böylece Musa'nın tanrısına ulaşacağını söyler. “Firavun: Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi, Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!) İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavunun hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı.”(Mümin, 40/36-37). Kimi araştırmacılar Mısır piramitlerinin Kuran'da belirtilen amaçla Firavunlar tarafından inşa ettirildiğini savunmaktadır. 9'uncu yüzyılın ünlü İslam tarihçilerinden El-Tabari'nin 'Peygamberler ve Krallar Tarihi' adlı eserinde de Babil Kulesinden söz edilmektedir. Bu hikayede zamanının en ünlü hükümdarı olan Nimrod (Nemrut) Nuh tufanının öcünü almak ve Tanrının cennetine ulaşmak için büyük bir kule inşa edilmesi emrini verir. Daha sonra Allah tarafından bu kule yıkılır ve o zaman kadar aynı dili konuşan insanların dilleri 72 farklı dile dönüştürülür. Birbirini anlamayan insanlar ayrışır ve dünya üzerine yayılırlar. 13'üncü yüzyıl İslam Tarihçisi Ebu El Fida'nın eserinde de bu hikayeden bahsedilmiştir. Bu hikayede de kulenin inşaatına katılmayan İbrahim peygamberin atası olan Hud'un kendi dili olan İbraniceyi muhafaza etmesine Allah tarafından izin verildiğinden bahsedilmektedir.
Tarihi kaynaklarda ise, Babil Kulesinin M.Ö 5000 yıllarında Sümerliler tarafından o zamanın en ünlü tanrısal figürü olan Tanrı Marduk adına yapıldığı belirtilmektedir. Yükseklere tapan Sümerler yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanırlardı. Babil Kulesi bir anlamda bu ağacın temsili bir şekliydi. Yapiminda kil, su, kan, yün, odun, kireç, zift, keten, bitun ve 85 milyon tuğla kullanılan, yaklaşık 90 metre yükseliğe ve genişliğe sahip olan bu kule her katının ayrı bir anlam ifade ettiği 7 kattan oluşmaktaydı. Birinci kat taşı, ikinci kat ateşi, üçüncü kat bitkileri, dördüncü kat hayvanları, beşinci kat insanları, altınca kat gökyüzünü ve yedinci kat melekleri simgeliyordu. İnsan manevi gelişmişliğine göre her bir katın sırlarını öğrendikten sonra bu katlarda yükselip Tanrı Marduk'la görüşebilirdi. Sıradan halktan insanlar ibadetleri için birinci katı kullanırlardı. Üst katlar ise sadece rahipler ve seçkin din adamlarınca kullanılmaktaydı.Kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu bulunmaktaydı. On binlerce işçinin çalışmasıyla bile 650 yılda inşa edilebileceği düşünülen bu kulenin inşaatının 43 yıl sürdüğü tarihi kaynaklar ve yazılı tabletlerde belirtilmektedir.
Tarihi kaynaklarda tüm ihtişamıyla Babilin asma bahçeleri içinde yükselen Babil Kulesi ilk olarak şehri işgal eden Tikulti -Ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal tarafından yıkıldığı belirtilmektedir. Daha sonraki Babil Kralları Nabopollasor ve Nabukadnasor tarafından kulenin yıkılan kısımları yeniden onarılmış, ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi tekrar yıkmıştır. Uzun yıllar sonra Babil'i fetheden büyük İskender yıkık kulenin mimarisine hayran kalmış ve kulenin eski haline getirilmesini emretmiştir. Bu devasa yapının molozlarının temizlenmesi için 2 ay boyunca on binden fazla işçi çalışmıştır. Büyük İskender'in zamansız ölümü sonrası onarım çalışmaları yarım kalmıştır. Ünlü Hollandalı ressam Pieter Bruegel tarafından 16'ncı yüzyılda resmedilen Babil Kulesinin günümüze ulaşan herhangi bir kalıntısı bulunmamaktadır. Ancak arkeologlar tarafından bulunan Sümer tabletlerinde kulenin inşası ve tarihi hakkında detaylı bilgilere ulaşılmıştır. Günümüzde Babil Kulesinin Bağdat'ın 100 km güneyinde bulunan El Hilal kasabası sınırları içerisinde olduğu düşünülmektedir.
Bazı araştırmacılar ve komple teorisyenleri dünyada oluşturmaya çalışılan yeni dünya düzenini Babil kulesi efsanesine benzetmektedirler. Onlara göre, Avrupa Birliği tek merkezli bir yönetim şeklinin ilk adımıdır. Özellikle Avrupa Parlemento binasının mimarisinin Babil Kulesine benzetilmesini bu açıdan dikkat çekici bulurlar. Avrupa Birliği tarafından yayınlanan bir afişte (ortadaki resim) Babil Kulesinin kullanılması büyük merak uyandırmıştır. Söz konusu resimde kullanılan Babil Kulesinin tepe kısmında bir inşaat iskelesinin bulunması onun tekrar inşa edilme çabalarının göstergesi olarak görülmüştür. Yine aynı afişte 'Avrupa:Birçok Dil Tek Ses' sloganı kullanılmıştır. Afiş daha ayrıntılı incelendiğinde, elinde çekiç bulunan bir insan ve bir bebek hariç kafaları çekiçle düzleştirilmiş insanlar bulunmaktadır. Birçok araştırmacı, bu afişi köleleşmiş ve robotlaşmış insanların bulunduğu Tek Devletli Yeni Dünya Düzeni olarak yorumlamıştır. Bugün dünyayı yönettiği düşünülen mason, üst akıl ve illümunati gibi örgütlerin kuruluş misyonlarında Babil Kulesinin önemli bir yeri olduğu iddia edilmektedir. Bazı komplo teorisyenleri, Ortadoğu'da süregelen savaşın özellikle eski Babil Devleti sınırları çevresinde gerçekleşmesini, burada yeniden kurulacak bir Babil Devletininin zeminini hazırlamak olarak değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak, Babil Kulesi insanoğlunun hırsının, ihtiraslarının ve herşeye hükmetme isteğinin eşsiz bir örneğidir. Tarih boyunca gücü elde eden kusurlu insan her zaman Tanrılaşma, Tanrı gibi güçlü olma mücadelesine girmiş ve sahip olduğu bu kendini beğenmişlik kusursuz olan Tanrı'nın cezalandırmasıyla son bulmuştur. Babil Kulesi insanoğlu için hem bir birleşmenin hem de bir ayrılığın sembolüdür. Yaşanan büyük tufandan sonra biraraya gelen insanlar kısa sürede birleşmiş ve içlerindeki Tanrısal isteğin bir dışa vurumu olarak birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, yine aynı insan Tanrı tarafından cezalandırıldığında ve dilleri ayrıştırıldığında birbirinden uzaklaşmaya ve anlaşamamaya başlamış ve bunun bir sonucu olarak menfaatleri doğrultusunda savaşmayı tercih etmiştir. Dilleri ayrışan insanların bu savaşı Babil Kulesinin yıkılışından günümüze kadar sürekli olarak tazeliğini korumaktadır. Bugün dünyanın birçok yerinde gücü eline geçiren insanoğlu sahip olduğu kibirin etkisiyle birbirlerini yok etmeye devam etmektedir. Bir diğer açıdan bakıldığında, birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabilecek olan insanoğlunun savaşı tercih etmesi, onun aciziyetinin ve zayıflığının en büyük göstergesidir. Umarız, insanoğlu gelecekte kibir ve zayıflıklarından arınarak barışı hedefleyen bir Babil Kulesi (dünya düzeni) inşa eder.
Dinler tarihinin ve İsrailoğullarına ait efsanelerin geçtiği ve Yahudiler için önemli bir kaynak sayılan Peygamber Enok/Hanok'un kitabında da (1. İznik konsilinde saptırıcı bilgiler olduğu düşünüldüğünden Tevrat’tan ve İncil'den tamamen çıkarılmıştır.) Babil Kulesi konusu ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Nuh tufanından önce yeryüzüne Nefiller ve Elohim denilen varlıklar gelmekteydi. Başka bir gezegende yaşadığı düşünülen bu varlıklar, yeryüzüne inip ihtiyaçlarını karşılamakta ve insanlarla iletişime geçmekteydi. Çok daha gelişmiş özelliklere ve teknolojiye sahip olan bu dev varlıklar insanlar tarafından Yarı Tanrı yada Tanrı olarak tasvir ediliyorlardı. Birçok araştırmacı, Sümer tabletlerinde anlatılan ve yeryüzüne inerek altın karşılığında insanlara bilmedikleri şeyleri öğreten Annunakilerin bu tarihi kitapta bahsedilen Elohim ve Nefillerden olduğunu iddia etmektedirler. Nuh tufanı yaşandıktan sonra tekrar bir araya gelen ve aynı dili konuşan insanlar büyük bir kule inşa etmişlerdi. Çok üstün teknolojilerle inşa edilen bu kule yardımıyla diğer gezegenlerdeki varlıklara ok saldırıları düzenlemeye başladılar. Bu muazzam kulenin insanlar tarafından inşa edilmesi ,Elohim denen varlıklarda büyük bir panik oluşmasına neden olmuştu. İnsanların daha fazla gelişmesini istemeyen Elohimler, tekrar yeryüzüne inmiş ve insanların dillerini karıştırarak ayrışmalarına ve birbirlerine savaş açmalarına neden olmuştur. Bu hikayenin bir kopyası da Mayalarda güvercin hikayesi olarak anlatılmaktadır. İnsanların böyle bir kule inşa ettiğini gören Tanrılar bir güvercin göndermiş ve insanların dillerini karıştırmıştır.
Kuran-ı Kerim'de ise Babil Kulesine benzer bir kuleden ve hikayeden bahsedilir. Kuran'da geçen hikaye Babil'de değil Musa peygamberin yaşadığı dönemde Mısır'da geçmektedir. Firavun, tefsircilerin yardımcısı ya da veziri olduğunu belirttiği Haman'a kendisine kilden bir kule inşa etmesini böylece Musa'nın tanrısına ulaşacağını söyler. “Firavun: Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi, Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!) İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavunun hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı.”(Mümin, 40/36-37). Kimi araştırmacılar Mısır piramitlerinin Kuran'da belirtilen amaçla Firavunlar tarafından inşa ettirildiğini savunmaktadır. 9'uncu yüzyılın ünlü İslam tarihçilerinden El-Tabari'nin 'Peygamberler ve Krallar Tarihi' adlı eserinde de Babil Kulesinden söz edilmektedir. Bu hikayede zamanının en ünlü hükümdarı olan Nimrod (Nemrut) Nuh tufanının öcünü almak ve Tanrının cennetine ulaşmak için büyük bir kule inşa edilmesi emrini verir. Daha sonra Allah tarafından bu kule yıkılır ve o zaman kadar aynı dili konuşan insanların dilleri 72 farklı dile dönüştürülür. Birbirini anlamayan insanlar ayrışır ve dünya üzerine yayılırlar. 13'üncü yüzyıl İslam Tarihçisi Ebu El Fida'nın eserinde de bu hikayeden bahsedilmiştir. Bu hikayede de kulenin inşaatına katılmayan İbrahim peygamberin atası olan Hud'un kendi dili olan İbraniceyi muhafaza etmesine Allah tarafından izin verildiğinden bahsedilmektedir.
Tarihi kaynaklarda ise, Babil Kulesinin M.Ö 5000 yıllarında Sümerliler tarafından o zamanın en ünlü tanrısal figürü olan Tanrı Marduk adına yapıldığı belirtilmektedir. Yükseklere tapan Sümerler yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanırlardı. Babil Kulesi bir anlamda bu ağacın temsili bir şekliydi. Yapiminda kil, su, kan, yün, odun, kireç, zift, keten, bitun ve 85 milyon tuğla kullanılan, yaklaşık 90 metre yükseliğe ve genişliğe sahip olan bu kule her katının ayrı bir anlam ifade ettiği 7 kattan oluşmaktaydı. Birinci kat taşı, ikinci kat ateşi, üçüncü kat bitkileri, dördüncü kat hayvanları, beşinci kat insanları, altınca kat gökyüzünü ve yedinci kat melekleri simgeliyordu. İnsan manevi gelişmişliğine göre her bir katın sırlarını öğrendikten sonra bu katlarda yükselip Tanrı Marduk'la görüşebilirdi. Sıradan halktan insanlar ibadetleri için birinci katı kullanırlardı. Üst katlar ise sadece rahipler ve seçkin din adamlarınca kullanılmaktaydı.Kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu bulunmaktaydı. On binlerce işçinin çalışmasıyla bile 650 yılda inşa edilebileceği düşünülen bu kulenin inşaatının 43 yıl sürdüğü tarihi kaynaklar ve yazılı tabletlerde belirtilmektedir.
Tarihi kaynaklarda tüm ihtişamıyla Babilin asma bahçeleri içinde yükselen Babil Kulesi ilk olarak şehri işgal eden Tikulti -Ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal tarafından yıkıldığı belirtilmektedir. Daha sonraki Babil Kralları Nabopollasor ve Nabukadnasor tarafından kulenin yıkılan kısımları yeniden onarılmış, ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi tekrar yıkmıştır. Uzun yıllar sonra Babil'i fetheden büyük İskender yıkık kulenin mimarisine hayran kalmış ve kulenin eski haline getirilmesini emretmiştir. Bu devasa yapının molozlarının temizlenmesi için 2 ay boyunca on binden fazla işçi çalışmıştır. Büyük İskender'in zamansız ölümü sonrası onarım çalışmaları yarım kalmıştır. Ünlü Hollandalı ressam Pieter Bruegel tarafından 16'ncı yüzyılda resmedilen Babil Kulesinin günümüze ulaşan herhangi bir kalıntısı bulunmamaktadır. Ancak arkeologlar tarafından bulunan Sümer tabletlerinde kulenin inşası ve tarihi hakkında detaylı bilgilere ulaşılmıştır. Günümüzde Babil Kulesinin Bağdat'ın 100 km güneyinde bulunan El Hilal kasabası sınırları içerisinde olduğu düşünülmektedir.
Bazı araştırmacılar ve komple teorisyenleri dünyada oluşturmaya çalışılan yeni dünya düzenini Babil kulesi efsanesine benzetmektedirler. Onlara göre, Avrupa Birliği tek merkezli bir yönetim şeklinin ilk adımıdır. Özellikle Avrupa Parlemento binasının mimarisinin Babil Kulesine benzetilmesini bu açıdan dikkat çekici bulurlar. Avrupa Birliği tarafından yayınlanan bir afişte (ortadaki resim) Babil Kulesinin kullanılması büyük merak uyandırmıştır. Söz konusu resimde kullanılan Babil Kulesinin tepe kısmında bir inşaat iskelesinin bulunması onun tekrar inşa edilme çabalarının göstergesi olarak görülmüştür. Yine aynı afişte 'Avrupa:Birçok Dil Tek Ses' sloganı kullanılmıştır. Afiş daha ayrıntılı incelendiğinde, elinde çekiç bulunan bir insan ve bir bebek hariç kafaları çekiçle düzleştirilmiş insanlar bulunmaktadır. Birçok araştırmacı, bu afişi köleleşmiş ve robotlaşmış insanların bulunduğu Tek Devletli Yeni Dünya Düzeni olarak yorumlamıştır. Bugün dünyayı yönettiği düşünülen mason, üst akıl ve illümunati gibi örgütlerin kuruluş misyonlarında Babil Kulesinin önemli bir yeri olduğu iddia edilmektedir. Bazı komplo teorisyenleri, Ortadoğu'da süregelen savaşın özellikle eski Babil Devleti sınırları çevresinde gerçekleşmesini, burada yeniden kurulacak bir Babil Devletininin zeminini hazırlamak olarak değerlendirmişlerdir.
Sonuç olarak, Babil Kulesi insanoğlunun hırsının, ihtiraslarının ve herşeye hükmetme isteğinin eşsiz bir örneğidir. Tarih boyunca gücü elde eden kusurlu insan her zaman Tanrılaşma, Tanrı gibi güçlü olma mücadelesine girmiş ve sahip olduğu bu kendini beğenmişlik kusursuz olan Tanrı'nın cezalandırmasıyla son bulmuştur. Babil Kulesi insanoğlu için hem bir birleşmenin hem de bir ayrılığın sembolüdür. Yaşanan büyük tufandan sonra biraraya gelen insanlar kısa sürede birleşmiş ve içlerindeki Tanrısal isteğin bir dışa vurumu olarak birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, yine aynı insan Tanrı tarafından cezalandırıldığında ve dilleri ayrıştırıldığında birbirinden uzaklaşmaya ve anlaşamamaya başlamış ve bunun bir sonucu olarak menfaatleri doğrultusunda savaşmayı tercih etmiştir. Dilleri ayrışan insanların bu savaşı Babil Kulesinin yıkılışından günümüze kadar sürekli olarak tazeliğini korumaktadır. Bugün dünyanın birçok yerinde gücü eline geçiren insanoğlu sahip olduğu kibirin etkisiyle birbirlerini yok etmeye devam etmektedir. Bir diğer açıdan bakıldığında, birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabilecek olan insanoğlunun savaşı tercih etmesi, onun aciziyetinin ve zayıflığının en büyük göstergesidir. Umarız, insanoğlu gelecekte kibir ve zayıflıklarından arınarak barışı hedefleyen bir Babil Kulesi (dünya düzeni) inşa eder.
6/16/2019
İlk insan Hz. Adem'den sonra insanlığın ve diğer bütün canlıların bir yeniden doğuşu gözüyle bakılan Nuh tufanı günümüzde gerek semavi kaynaklarda ve farklı inanç sistemlerinde, gerekse bilim dünyasında sıkça tartışılan en büyük gizemlerden biri olarak görülmektedir. İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi temel semavi dinlerin dışında; Sümerlilerden,Babillere, Sami kavimlerinden, Aborjinlere ve Antik Yunanlılara kadar birçok eski medeniyette hakkında bilgiler bulunan bu büyük olay, bir anlamda insanlık tarihinin ortak bir hafızası olarak görülmektedir. Bakıldığında tarihe ışık tutan kazı bilimine ismini veren arkeoloji kelimesinin bile novas ark (Nuh'un gemisi) kelimesinden türediği görülmektedir. Birçok mitolojide yer alan, yeryüzünde görülen en büyük yıkım olarak kabul edilen, bunun yanında insan ve hayvan ırkının yeniden doğuşunun bir sembolü olarak görülen bu büyük olayın ardındaki sırlar nelerdir?
Farklı İnanış ve Mitolojilerde Nuh Tufanı
Kuran-ı Kerim'de Nuh tufanı hadisesi şu şekilde anlatılmaktadır; Peygamberlik görevi verilen Hz. Nuh o dönem azgın ve sapkın bir hayat yaşayan kavmine Allah'tan başka ilah olmadığını tebliğ eder ve buna inanmadıklarında başlarına azap geleceğini bildirir. (Araf 59) Ancak sapkınlıklarına devam eden bu kavimin önde gelenleri Nuh peygamberi ve çevresindeki azınlığı aşağılamış ve alay etmişlerdir.(Hud 27-28) Bunun üzerine Nuh peygamber Allah'a onları gece gündüz Allah yolunda olmaya davet ettiğini ancak bir sonuç alamadığını söyler.(Nuh 5-7) Nuh'un bu ümitsizliğini ve üzüntüsünü gören Allah, artık önceden inanmışlar dışında kimsenin iman etmeyeceğini, daha fazla tasalanmamasını ve bir gemi inşa etmesini söyler. (Hud 36-37) Söylenildiği şekilde gemiyi inşa eden Nuh peygambere Allah gemiyi, hakkında hüküm verilenler hariç ailesini, iman etmişleri ve her hayvandan bir çift ile doldurmasını emreder. (Hud 40-41). Daha sonra hem gök hem yer sularının boşalmasıyla tufan başlar ve gemide bulunanlar dışında herkes boğularak ölür. Kuran'da ayrıca Nuh peygamber ile oğlu arasındaki hikayeden de bahsetmektedir. Gemi dalgalar üstünde ilerlerken oğlunu gören Nuh peygamber onun kendilerinin yolundan gitmesini ve gemiye binmesini istemiştir. Ancak oğlu bir dağa sığınacağını ve bunun kendisini sudan koruyacağını söyler. Nuh peygamber, Onu Allah'ın merhameti dışında hiçbir şeyin kurtaramayacağını söylemiş ve araya giren dalgalar ile oğlu gözden kaybolmuştur. (Hud 42-43) Oğlunun inkarcılarla beraber ölmesine çok üzülen Nuh Peygamber babalık hislerinin etkisiyle sitemkar bir şekilde bu olayın nasıl meydana geldiğini Allah'a sormuştur. (Hud 45) Allah buna karşı Nuh peygamberi uyarmış ve oğlunun kendisine nispet edilemeyecek bir inançsız olduğuna dikkat çekmiştir. (Hud 46) Bunun üzerine Nuh peygamber hatasını anlamış ve Allah'tan af dilemiştir.(Hud 47) Daha sonra Allah yerin ve göğün sularını kesmesini emretmiş ve gemi Cudi (Yüksek Dağ) üzerine oturmuştur. (Hud 44) Yine Ankebut suresinde Nuh tufanı kısaca şu şekilde özetlenmiştir;
Vaktiyle biz Nûh’u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nûh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürlerken onları tûfan yakaladı.(Ankebut 14) Fakat biz Nûh’u ve gemidekileri kurtardık ve bunu bütün insanlık için bir ibret yaptık. (Ankebut 15)
Hristiyanlığın kutsal kitabı İncilde de nuh tufanı hadisesinden bahsedilmektedir. Nuh peygamber sapkın ve emirlere uymayan bir kavime gönderilmiş, kendileri peygamberin tebliğine kulak kapatarak günahkar yaşamlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine Tanrı büyük bir tufan yaratmış, Nuh peygamber ve beraberindekiler dışında bütün insanlar boğularak ölmüştür. Nuh tufanı hadisesi incilin bazı bölümlerinde şu şekilde anlatılmıştır; “Nûh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nûh'un gemiye bindiği güne dek, tûfândan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tûfân gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak. ” (Matta, 24/37-39); “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tûfânı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nûh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” (II. Petrus, 2/5)
En eski semavi din olan tevratta Nuh tufanı daha detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Peygamberlik döneminde insanların Nuh peygamberin tebliğine kulak asmaması ve her türlü sapkınlığın yaşanması sonucu insanı yarattığına pişman olan Tanrı büyük bir tufan yaratacağını bu sürece kadar kendisinin bir gemi inşa etmesini emretmiş, geminin (Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın) nasıl yapılacağını ve içine kimleri ve hangi hayvanları alacağını bildirilmiştir. Buna göre Nuh peygamber karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte, erkek ve dişi olmak üzere temiz hayvanlardan ve kuşlardan yedi, kirli sayılan bazı sürüngenlerden bir çift almıştır. Tufan 40 gün sürmüş sular ise 150'nci gün çekilmeye başlamıştır. Gemi 7'nci ayın 17'nci gününde suların çekilmesiyle Ararat Dağına (Urartu Ülkesi) oturmuştur. Suların çekilip çekilmediğini anlamak isteyen Nuh peygamber bir kuzgun göndermiş, kuzgunun geri dönmesiyle duracağı yer olmadığını anlamıştır. İlerleyen süreçte gönderdiği güvercinin ağzında bir zeytin yaprağıyla döndüğünü gören Nuh peygamber suların eksildiğini, daha sonra gönderdiği güvercinin dönmemesiyle suların tamamen çekildiğini anlamış ve beraberindekilerle karaya çıkmıştır. Bu durum için kesilen kurbanların hoş kokusunu alan Tanrı bir daha tufan yaratmamayı aht etmiştir. Nuh peygamber 950 sene yaşamış, öldükten sonra onun nesliden insan ırkı tekrar çoğalmaya başlamıştır.(Tevkin:Yaratılış Bölümü)
Nuh Tufanının hikayesinin anlatıldığı ilk eserler yüzyıllar boyunca tevrat olarak bilinse de, geçen yüzyılda Ninova'da yapılan kazılarda Asur Kralı Azur Banipal'in kütüphanesinde bulunan Babil tabletlerinde de bu büyük olaydan ayrıntılı bir şekilde ve çok büyük benzerlikle bahsedildiği görülmüştür. Gılgamış destanının son bölümünü oluşturan bu hikayede; sayıları gün geçtikçe artan insanların yaptıkları eğlence ve şamatalar dört büyük Tanrı'yı rahatsız etmiş ve bir tufan yaratarak insan ırkını yok etmeye karar vermişlerdir. Bilgelik Tanrısı Enki yarattıkları insanların bu durumuna çok üzülmüş ve kurtarmak için bir çözüm yolu bulmuştur. Enki, Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim'in evinin duvarlarından seslenerek Tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiklerini ve bu tufandan kurtulamaları için evini yıkıp bir gemi inşa etmesini istemiştir. Utnapiştim, Tanrı Enki'nin tarif ettiği şekilde yedi gün içerisinde gemiyi bitirmiş ve gemiye ailesini, akrabalarını, dönemin en ünlü sanatçılarını bindirmiş, gemiye evcil ve vahşi birçok hayvanı doldurmuştur. Tanrıların emriyle gök, yer delinmiş ve her tarafı sular basmıştır. Tanrıları bile korkutan bu olay altı gün ve gece sürmüş, yedinci gün gemi Nisir (Kurtuluş) Dağına oturmuştur. Tufanın bittiğinden emin olmak isteyen Utnapiştim öncelikle bir güvercin ve kırlangıç göndermiş ancak bu hayvanlar konacak yer bulamadığı için geri dönmüştür. Bunun üzerine, bir kuzgunu görevlendiren Utnapiştim kuzgunun geri dönmediğini görünce gemiyi terketmiştir. Daha sonra, Utnapiştim yedi farklı kazanda verdikleri kurbanların pişirilmesini ve şaraplar sunulmasını emretmiştir. Yayılan güzel kokular Tanrıları bu bölgeye çekmiş tufanı yaptıran Tanrı Enlil insanların yaşadığını görünce çok kızmıştır. Ancak bilgelik Tanrısı Enki, Tanrı Enlil'e karşı çıkarak sadece günahkar insanların cezalandırılması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra Tanrılar Utana Pistim ve karısına ölümsüzlük vererek Tanrılar Bahçesine yerleştirmiştir. Babil yazıtlarında geçen ve Nuh tufanıyla büyük benzerlikler gösteren bu hikaye Sami bir dil olan Akadca yazılmış olmasına rağmen, kullanılan isimlerin Sümer dilinde verilen isimlere daha çok benzediği tespit edilmiştir.
İlerleyen süreçte Philedelhia Üniversitesi müzesinde bulunan ve Sümerler dönemine ait bir başka kırık tablet üzerinde yapılan incelemede şiir şeklinde yazılan hikayenin Banipal'in kütüphanesinde bulunan tabletlerde anlatılan Nuh Tufanı hikayesine birçok açıdan benzerlik göstermesi büyük şaşkınlık yaratmıştır. Bu hikayede de, Tanrıların insanlara kızarak bir tufan yaratmak istediğinden bahsetmektedir. Söz konusu şiirde de bu durum bütün dini görevlerini yerine getiren Kral Ziusudra'ya bir duvar arkasından Tanrı Enki tarafından bildirilmektedir; ...'Alçakgönüllü ve hoşgörülü olan, hergün tanrısal görevlerini yerine getiren Ziusudra'ya Tanrı Enki, duvardan bir söz söyleyeceğim kulak ver söylediklerime, bizden bir tufan merkezleri kapsayacak, insanlığın tohumu yok olacak, Tanrılar meclisinin sözü karardır, Tanrıların emriyle krallık ve hükümranlık son bulacaktır....Tabletin bundan sonraki kısmında ise gemi yapımının nasıl olacağından, ve tufanın tüm şiddetiyle yedi gün yedi gece devam ettiğinden, tufan olduktan sonra Ziusudra'nın Tanrılar için kurbanlar verdiğinden bahsedilmektedir; ...sonunda Ziusudra Tanrı Enlil ve An'ın önüne atladı, onu sevdiler, bir Tanrı gibi yaşam verdiler, bitkilerin adını, insanların tohumunu koruyan Ziusudra'yı güneşin doğduğu yere Dilmon ülkesine yerleştirdiler... Bu kapsamda incelendiğinde Nuh tufanından bahseden en eski yapıtların Sümer tabletlerine kadar gittiği görülmektedir. Yine antik çağın en büyük medeniyetleri olan Mayalar ve İnkalara ait yazıtlarda; bir erkek ve kadının insanlığın sonu olan bir tufandan, ağacın kabuğuna saklanarak kurtuldukları ve daha sonra sahip olduğu çocuklarla insan ırkının yeniden doğuşuna öncülük ettikleri belirtilmektedir.
Bazı farklılıklar göze çarpsa da, bir tufanın olması, yerden ve gökten suların çıkması, Tanrı veya Tanrıların insanlara kızması, bir geminin inşa edilmesi, insanlara önderlik eden bir peygamber ya da kişinin bulunması, gemiye binen insanlar ve hayvanlar dışındakilerin helak olması, geminin bir dağa oturması, gemiye birçok hayvan çiftinin alınması dini metinler ile tarihi yazıtlarda bahsedilen tufan hadisesinin en başlıca ortak özelliklerdir. Kimi ateist araştırmacılar, özellikle Tevrat'ta anlatılan Nuh tufanı hadisesinin, Sümer ve Babil tabletlerinde bahsedilen hikayenin açık bir kopyası olduğunu belirtip dini kaynakların bu hikayelerce insanlar tarafından uydurulan kitaplar olduklarını iddia etmişlerdir. Buna karşı çıkan araştırmacılar ise, kutsal metinlerde anlatılan hadiselerin tarihi yazıtlarca da desteklendiğini belirtmektedirler.
Nuh Tufanına Bilmisel Yaklaşımlar
Nuh tufanı ile ilgili araştırmalar yapan bilim insanları tufanı destekler nitelikte bazı bilimsel kanıtlar sunmuşlardır. Bu kanıtlardan en çok dile getirileni çok tabakalı fosillerin (polistrat) varlığıdır. Ünlü Jeolog Rupke tufan olayı ile ilgili olarak 'Benim kişisel kanaatime göre; polistrat fosilleri hem Tufan'ın gerçek oluşunun hem de tufandan dolayı meydana gelen çökme-çökelme mekanizmasının en can alıcı şahitleridir' demiştir. Kırıntılı damar kayaçları, su altında çamur akışı olarak adlandırılan katı madde akıntıları, geniş alanlara yayılmış çökelti tabakaları ve ancak yoğun su baskınlarında oluşabilecek gözleme tipinde oluşan katmanlaşmalar Nuh tufanı hadisesinin gerçekleştiği konusunda sunulan diğer delillerdir.
Bilim adamlarınca ortaya konulan diğer önemli kanıtlar ise, değişik yüksekliklerde bulunan hayvan fosilleridir. Yapılan araştırmalarda belirli yüksekliklerde balina, deniz kabukları ve deniz fosillerinin bulunması, Sibirya, Alaska ve Kuzey Avrupa'da çok sayıda donmuş mamutlar ve mamut kemikleri bulunması, kayaların yarıklarında karışık hayvan kemiklerinin bulunması bilim insanlarını hayrete düşürmüştür. Ünlü Jeolog Albert Gaudry'ın Fransa'da bulunan Sautenay dağının zirvesindeki bir kaya üzerinde yaptığı incelemede, at, öküz, kurt ve ayılara ait kemik fosilleri bulması, onu bu konu üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Diğer ünlü bir İngiliz jeolog olan Prestwicth ise bir arada bulunan hayvan kemiklerini, yükselen sulardan kaçan hayvanların buralara sığınması olarak açıklamıştır. Yine Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan ve o bölgenin tipolojisine aykırı olan büyük kaya bloklarının tüm kıtaları etkisi altına alan büyük bir tufanın varlığına delil olarak görülmektedir.
İlk insan Hz. Adem'den sonra insanlığın ve diğer bütün canlıların bir yeniden doğuşu gözüyle bakılan Nuh tufanı günümüzde gerek se...
KÜRESEL YIKIM VE YENİDEN DOĞUŞ: NUH TUFANI
İlk insan Hz. Adem'den sonra insanlığın ve diğer bütün canlıların bir yeniden doğuşu gözüyle bakılan Nuh tufanı günümüzde gerek semavi kaynaklarda ve farklı inanç sistemlerinde, gerekse bilim dünyasında sıkça tartışılan en büyük gizemlerden biri olarak görülmektedir. İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi temel semavi dinlerin dışında; Sümerlilerden,Babillere, Sami kavimlerinden, Aborjinlere ve Antik Yunanlılara kadar birçok eski medeniyette hakkında bilgiler bulunan bu büyük olay, bir anlamda insanlık tarihinin ortak bir hafızası olarak görülmektedir. Bakıldığında tarihe ışık tutan kazı bilimine ismini veren arkeoloji kelimesinin bile novas ark (Nuh'un gemisi) kelimesinden türediği görülmektedir. Birçok mitolojide yer alan, yeryüzünde görülen en büyük yıkım olarak kabul edilen, bunun yanında insan ve hayvan ırkının yeniden doğuşunun bir sembolü olarak görülen bu büyük olayın ardındaki sırlar nelerdir?
Farklı İnanış ve Mitolojilerde Nuh Tufanı
Kuran-ı Kerim'de Nuh tufanı hadisesi şu şekilde anlatılmaktadır; Peygamberlik görevi verilen Hz. Nuh o dönem azgın ve sapkın bir hayat yaşayan kavmine Allah'tan başka ilah olmadığını tebliğ eder ve buna inanmadıklarında başlarına azap geleceğini bildirir. (Araf 59) Ancak sapkınlıklarına devam eden bu kavimin önde gelenleri Nuh peygamberi ve çevresindeki azınlığı aşağılamış ve alay etmişlerdir.(Hud 27-28) Bunun üzerine Nuh peygamber Allah'a onları gece gündüz Allah yolunda olmaya davet ettiğini ancak bir sonuç alamadığını söyler.(Nuh 5-7) Nuh'un bu ümitsizliğini ve üzüntüsünü gören Allah, artık önceden inanmışlar dışında kimsenin iman etmeyeceğini, daha fazla tasalanmamasını ve bir gemi inşa etmesini söyler. (Hud 36-37) Söylenildiği şekilde gemiyi inşa eden Nuh peygambere Allah gemiyi, hakkında hüküm verilenler hariç ailesini, iman etmişleri ve her hayvandan bir çift ile doldurmasını emreder. (Hud 40-41). Daha sonra hem gök hem yer sularının boşalmasıyla tufan başlar ve gemide bulunanlar dışında herkes boğularak ölür. Kuran'da ayrıca Nuh peygamber ile oğlu arasındaki hikayeden de bahsetmektedir. Gemi dalgalar üstünde ilerlerken oğlunu gören Nuh peygamber onun kendilerinin yolundan gitmesini ve gemiye binmesini istemiştir. Ancak oğlu bir dağa sığınacağını ve bunun kendisini sudan koruyacağını söyler. Nuh peygamber, Onu Allah'ın merhameti dışında hiçbir şeyin kurtaramayacağını söylemiş ve araya giren dalgalar ile oğlu gözden kaybolmuştur. (Hud 42-43) Oğlunun inkarcılarla beraber ölmesine çok üzülen Nuh Peygamber babalık hislerinin etkisiyle sitemkar bir şekilde bu olayın nasıl meydana geldiğini Allah'a sormuştur. (Hud 45) Allah buna karşı Nuh peygamberi uyarmış ve oğlunun kendisine nispet edilemeyecek bir inançsız olduğuna dikkat çekmiştir. (Hud 46) Bunun üzerine Nuh peygamber hatasını anlamış ve Allah'tan af dilemiştir.(Hud 47) Daha sonra Allah yerin ve göğün sularını kesmesini emretmiş ve gemi Cudi (Yüksek Dağ) üzerine oturmuştur. (Hud 44) Yine Ankebut suresinde Nuh tufanı kısaca şu şekilde özetlenmiştir;
Vaktiyle biz Nûh’u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nûh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürlerken onları tûfan yakaladı.(Ankebut 14) Fakat biz Nûh’u ve gemidekileri kurtardık ve bunu bütün insanlık için bir ibret yaptık. (Ankebut 15)
Hristiyanlığın kutsal kitabı İncilde de nuh tufanı hadisesinden bahsedilmektedir. Nuh peygamber sapkın ve emirlere uymayan bir kavime gönderilmiş, kendileri peygamberin tebliğine kulak kapatarak günahkar yaşamlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine Tanrı büyük bir tufan yaratmış, Nuh peygamber ve beraberindekiler dışında bütün insanlar boğularak ölmüştür. Nuh tufanı hadisesi incilin bazı bölümlerinde şu şekilde anlatılmıştır; “Nûh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nûh'un gemiye bindiği güne dek, tûfândan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tûfân gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak. ” (Matta, 24/37-39); “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tûfânı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nûh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” (II. Petrus, 2/5)
En eski semavi din olan tevratta Nuh tufanı daha detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Peygamberlik döneminde insanların Nuh peygamberin tebliğine kulak asmaması ve her türlü sapkınlığın yaşanması sonucu insanı yarattığına pişman olan Tanrı büyük bir tufan yaratacağını bu sürece kadar kendisinin bir gemi inşa etmesini emretmiş, geminin (Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın) nasıl yapılacağını ve içine kimleri ve hangi hayvanları alacağını bildirilmiştir. Buna göre Nuh peygamber karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte, erkek ve dişi olmak üzere temiz hayvanlardan ve kuşlardan yedi, kirli sayılan bazı sürüngenlerden bir çift almıştır. Tufan 40 gün sürmüş sular ise 150'nci gün çekilmeye başlamıştır. Gemi 7'nci ayın 17'nci gününde suların çekilmesiyle Ararat Dağına (Urartu Ülkesi) oturmuştur. Suların çekilip çekilmediğini anlamak isteyen Nuh peygamber bir kuzgun göndermiş, kuzgunun geri dönmesiyle duracağı yer olmadığını anlamıştır. İlerleyen süreçte gönderdiği güvercinin ağzında bir zeytin yaprağıyla döndüğünü gören Nuh peygamber suların eksildiğini, daha sonra gönderdiği güvercinin dönmemesiyle suların tamamen çekildiğini anlamış ve beraberindekilerle karaya çıkmıştır. Bu durum için kesilen kurbanların hoş kokusunu alan Tanrı bir daha tufan yaratmamayı aht etmiştir. Nuh peygamber 950 sene yaşamış, öldükten sonra onun nesliden insan ırkı tekrar çoğalmaya başlamıştır.(Tevkin:Yaratılış Bölümü)
Nuh Tufanının hikayesinin anlatıldığı ilk eserler yüzyıllar boyunca tevrat olarak bilinse de, geçen yüzyılda Ninova'da yapılan kazılarda Asur Kralı Azur Banipal'in kütüphanesinde bulunan Babil tabletlerinde de bu büyük olaydan ayrıntılı bir şekilde ve çok büyük benzerlikle bahsedildiği görülmüştür. Gılgamış destanının son bölümünü oluşturan bu hikayede; sayıları gün geçtikçe artan insanların yaptıkları eğlence ve şamatalar dört büyük Tanrı'yı rahatsız etmiş ve bir tufan yaratarak insan ırkını yok etmeye karar vermişlerdir. Bilgelik Tanrısı Enki yarattıkları insanların bu durumuna çok üzülmüş ve kurtarmak için bir çözüm yolu bulmuştur. Enki, Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim'in evinin duvarlarından seslenerek Tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiklerini ve bu tufandan kurtulamaları için evini yıkıp bir gemi inşa etmesini istemiştir. Utnapiştim, Tanrı Enki'nin tarif ettiği şekilde yedi gün içerisinde gemiyi bitirmiş ve gemiye ailesini, akrabalarını, dönemin en ünlü sanatçılarını bindirmiş, gemiye evcil ve vahşi birçok hayvanı doldurmuştur. Tanrıların emriyle gök, yer delinmiş ve her tarafı sular basmıştır. Tanrıları bile korkutan bu olay altı gün ve gece sürmüş, yedinci gün gemi Nisir (Kurtuluş) Dağına oturmuştur. Tufanın bittiğinden emin olmak isteyen Utnapiştim öncelikle bir güvercin ve kırlangıç göndermiş ancak bu hayvanlar konacak yer bulamadığı için geri dönmüştür. Bunun üzerine, bir kuzgunu görevlendiren Utnapiştim kuzgunun geri dönmediğini görünce gemiyi terketmiştir. Daha sonra, Utnapiştim yedi farklı kazanda verdikleri kurbanların pişirilmesini ve şaraplar sunulmasını emretmiştir. Yayılan güzel kokular Tanrıları bu bölgeye çekmiş tufanı yaptıran Tanrı Enlil insanların yaşadığını görünce çok kızmıştır. Ancak bilgelik Tanrısı Enki, Tanrı Enlil'e karşı çıkarak sadece günahkar insanların cezalandırılması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra Tanrılar Utana Pistim ve karısına ölümsüzlük vererek Tanrılar Bahçesine yerleştirmiştir. Babil yazıtlarında geçen ve Nuh tufanıyla büyük benzerlikler gösteren bu hikaye Sami bir dil olan Akadca yazılmış olmasına rağmen, kullanılan isimlerin Sümer dilinde verilen isimlere daha çok benzediği tespit edilmiştir.
İlerleyen süreçte Philedelhia Üniversitesi müzesinde bulunan ve Sümerler dönemine ait bir başka kırık tablet üzerinde yapılan incelemede şiir şeklinde yazılan hikayenin Banipal'in kütüphanesinde bulunan tabletlerde anlatılan Nuh Tufanı hikayesine birçok açıdan benzerlik göstermesi büyük şaşkınlık yaratmıştır. Bu hikayede de, Tanrıların insanlara kızarak bir tufan yaratmak istediğinden bahsetmektedir. Söz konusu şiirde de bu durum bütün dini görevlerini yerine getiren Kral Ziusudra'ya bir duvar arkasından Tanrı Enki tarafından bildirilmektedir; ...'Alçakgönüllü ve hoşgörülü olan, hergün tanrısal görevlerini yerine getiren Ziusudra'ya Tanrı Enki, duvardan bir söz söyleyeceğim kulak ver söylediklerime, bizden bir tufan merkezleri kapsayacak, insanlığın tohumu yok olacak, Tanrılar meclisinin sözü karardır, Tanrıların emriyle krallık ve hükümranlık son bulacaktır....Tabletin bundan sonraki kısmında ise gemi yapımının nasıl olacağından, ve tufanın tüm şiddetiyle yedi gün yedi gece devam ettiğinden, tufan olduktan sonra Ziusudra'nın Tanrılar için kurbanlar verdiğinden bahsedilmektedir; ...sonunda Ziusudra Tanrı Enlil ve An'ın önüne atladı, onu sevdiler, bir Tanrı gibi yaşam verdiler, bitkilerin adını, insanların tohumunu koruyan Ziusudra'yı güneşin doğduğu yere Dilmon ülkesine yerleştirdiler... Bu kapsamda incelendiğinde Nuh tufanından bahseden en eski yapıtların Sümer tabletlerine kadar gittiği görülmektedir. Yine antik çağın en büyük medeniyetleri olan Mayalar ve İnkalara ait yazıtlarda; bir erkek ve kadının insanlığın sonu olan bir tufandan, ağacın kabuğuna saklanarak kurtuldukları ve daha sonra sahip olduğu çocuklarla insan ırkının yeniden doğuşuna öncülük ettikleri belirtilmektedir.
Bazı farklılıklar göze çarpsa da, bir tufanın olması, yerden ve gökten suların çıkması, Tanrı veya Tanrıların insanlara kızması, bir geminin inşa edilmesi, insanlara önderlik eden bir peygamber ya da kişinin bulunması, gemiye binen insanlar ve hayvanlar dışındakilerin helak olması, geminin bir dağa oturması, gemiye birçok hayvan çiftinin alınması dini metinler ile tarihi yazıtlarda bahsedilen tufan hadisesinin en başlıca ortak özelliklerdir. Kimi ateist araştırmacılar, özellikle Tevrat'ta anlatılan Nuh tufanı hadisesinin, Sümer ve Babil tabletlerinde bahsedilen hikayenin açık bir kopyası olduğunu belirtip dini kaynakların bu hikayelerce insanlar tarafından uydurulan kitaplar olduklarını iddia etmişlerdir. Buna karşı çıkan araştırmacılar ise, kutsal metinlerde anlatılan hadiselerin tarihi yazıtlarca da desteklendiğini belirtmektedirler.
Nuh Tufanına Bilmisel Yaklaşımlar
Nuh tufanı ile ilgili araştırmalar yapan bilim insanları tufanı destekler nitelikte bazı bilimsel kanıtlar sunmuşlardır. Bu kanıtlardan en çok dile getirileni çok tabakalı fosillerin (polistrat) varlığıdır. Ünlü Jeolog Rupke tufan olayı ile ilgili olarak 'Benim kişisel kanaatime göre; polistrat fosilleri hem Tufan'ın gerçek oluşunun hem de tufandan dolayı meydana gelen çökme-çökelme mekanizmasının en can alıcı şahitleridir' demiştir. Kırıntılı damar kayaçları, su altında çamur akışı olarak adlandırılan katı madde akıntıları, geniş alanlara yayılmış çökelti tabakaları ve ancak yoğun su baskınlarında oluşabilecek gözleme tipinde oluşan katmanlaşmalar Nuh tufanı hadisesinin gerçekleştiği konusunda sunulan diğer delillerdir.
Bilim adamlarınca ortaya konulan diğer önemli kanıtlar ise, değişik yüksekliklerde bulunan hayvan fosilleridir. Yapılan araştırmalarda belirli yüksekliklerde balina, deniz kabukları ve deniz fosillerinin bulunması, Sibirya, Alaska ve Kuzey Avrupa'da çok sayıda donmuş mamutlar ve mamut kemikleri bulunması, kayaların yarıklarında karışık hayvan kemiklerinin bulunması bilim insanlarını hayrete düşürmüştür. Ünlü Jeolog Albert Gaudry'ın Fransa'da bulunan Sautenay dağının zirvesindeki bir kaya üzerinde yaptığı incelemede, at, öküz, kurt ve ayılara ait kemik fosilleri bulması, onu bu konu üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Diğer ünlü bir İngiliz jeolog olan Prestwicth ise bir arada bulunan hayvan kemiklerini, yükselen sulardan kaçan hayvanların buralara sığınması olarak açıklamıştır. Yine Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan ve o bölgenin tipolojisine aykırı olan büyük kaya bloklarının tüm kıtaları etkisi altına alan büyük bir tufanın varlığına delil olarak görülmektedir.
Miami Üniversitesinin önemli jeologlarından biri olan Cesare Emiliani ile Cambridge Üniversitesinden Nicholas Shackleton'un denizlerin tuzluluk oranları üzerinde yaptıkları araştırma, büyük bir tufanın varlığı konusunda dikkat çekici bir niteliğe sahiptir. Araştırmacılar, Meksika Körfezinde foraminifera kabuklarındaki oksijen izotopu oranları üzerinde yaptıkları araştırma sonucunda, körfezdeki tuzluluk oranının değiştiğini, önceden tuzluluk oranının yüksek olduğunu ancak oluşan büyük bir tufan sebebiyle bu bölgeye çok büyük çaplı bir tatlı su akışının olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu yaklaşık olarak 12 bin yıl önce oluşan evrensel bir tufanın en önemli işareti olmuştur. Bu konu üzerinde yapılan bir diğer araştırma ise, Karadeniz'in önceden büyük bir tatlı su gölü olduğunu, tufanla birlikte bir iç denize dönüştüğünü doğrular niteliktedir. Yine dünyaca ünlü belli başlı coğrafi şekiller üzerinde yapılan karbon testleri bu şekillerin yaklaşık 10 ile 12 bin yıl önce oluştuğunu ispatlamıştır. Amerika'da bulunan Niagara şelaleleri, Cordilleras dağları, Bermuda, Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında deniz diplerinde bulunan sedir ormanları büyük bir tufanın dünyanın coğrafi yapısını yeniden şekillendirdiğinin bir kanıtı olarak görülmektir.
Nuh tufanının ne şekilde başladığı hususu ile ilgili yapılan araştırmalardan en dikkat çekici olanı ise dünyaya çarpmasıyla deprem ve tsunamileri tetiklediği düşünülen kuyruklu yıldızlardır. Jeolog Alexander Tollmann, kuyruklu yıldızların çarpması sonucu oluşan patlamalar sebebiyle felaket zincirinin başladığını, bunun sonucunda depremler, jeolojik deformasyonlar, buhar patlamaları ve dev med cezir dalgaları oluştuğunu iddia etmiştir. Kuyruklu yıldız vuruşunun etkisiyle saçılmış tektit(camsı göktaşı parçaları) ismi verilen erimiş kaya parçaları olduğunu iddia eden Tollman bu parçaların dağılımını incelediğinde dünyaya 7 büyük olmak üzere birçok kuyruklu yıldızın çarptığını iddia etmiştir. Ayrıca, fosilleşmiş ağaçlar üzerinde yaptığı araştırmada, karbon 14 miktarında artışın kuyruklu yıldızların ozon tabakasında oluşturduğu yıkıma bağlı olarak oluşan radyasyon sonucunda meydana geldiğini belirtmiştir. Özellikle, Ortadoğu Çin ve Hindistan mitolojilerinde yer alan ve dünyada felaketlerin başlangıcı olarak görülen yedi yanan güneş inancı Tollman'ın teorisini doğrular niteliktedir.
Nuh tufanının gizemi ile ilgili kimi hayalci araştırmacılar, birçok farklı teori ortaya atmışlardır. Elde edilen bilimsel bulguların yeterli olmadığını savunan araştırmacılar, Nuh tufanının başka bir gezegende yaşandığını ve tufandan kurtulan geminin yeryüzüne indiğini savunurlar. Bunu daha ileri götürenler ise, Nuh tufanının gelecekte yaşandığını o dönem insanlarının bir zaman makinesiyle tufandan kurtulmak için geçmişe yolculuk yaptığını iddia ederler. Onlara göre, tufan hikayelerinde bahsedilen gemi inanılmaz teknolojik özelliklere sahip bir zaman makinasıdır. Yine Kuranı Kerimde Yasin suresi yer alan 'Onları ve gelecek nesillerini yüklü gemide taşımamız ve binecekleri benzer araçlar yaratmamız da kendileri için açık bir kanıttır. Dilesek onları batırırız, kimse de onların yardımına koşamaz ve artık kurtulamazlar (Yasin 41,44)' ayetlerinde geçen gelecek nesiller ifadesini tufanın gelecekte yaşandığı noktasında bir delil olarak değerlendirirler.
Sonuç olarak, birçok dini kaynak ve tarihi yazıtlarda bahsedilen ve hakkında birçok bilimsel delilin ortaya konulduğu Nuh Tufanı, hala içinde birçok gizemi barındıran insanlığın en büyük ortak hafızalarından biridir. Birçok bilim insanı Nuh tufanı olayının gizemi çözüldüğünde, insanlık tarihinde daha birçok gizemin çözüleceği konusunda hemfikirlerdir. Bugün birçok araştırmacı ve bilim insanı gerek kutsal metinlerde bahsedilen yerlerde, gerek farklı coğrafi bölgeler üzerinde Nuh tufanına ve gemisine ait kalıntılar aramaktadırlar. Belkide, yaklaşık 30 yıl önce keşfedilen ve insanlık tarihinde büyük değişimler yaratan Göbeklitepe gibi, Kuran'da insanlığa bırakıldığı belirtilen Nuh'un gemisine ait kalıntılar da bulunarak insanlık tarihi sil baştan yazılabilir.
4/13/2019
2.
ANTİK ROBOT
Bizanslı Philon ya da gerçek adıyla Philon Mekanikus, günümüzde pek tanınmasa da özellikle pnömatik sistemler (gaz basıncını mekanik ...
TARİHTEKİ İLK ROBOTUN MUCİDİ PHİLON
Bizanslı
Philon ya da gerçek adıyla Philon Mekanikus, günümüzde pek tanınmasa da
özellikle pnömatik sistemler (gaz basıncını mekanik harekete
çevirme) konusunda ortaya koyduğu eserler ve sıradışı icatlarıyla tarihe
adını altın harflerle yazdırmış bir bilim insanıdır. Yunanlı olmasına rağmen hayatının
büyük kısmını o dönem dünya biliminin merkezi olan Mısır'ın İskenderiye'sinde
geçiren ve bir askeri mühendis olan Philon, mekaniğin kolaylıklarının savaş
meydanlarında kullanılmasını sağlayacak çalışmalar ortaya koymuştur. Surların
savunulması, kaldıraçların kullanılması, limanların, surların ve balistik
araçların inşası ve kuşatma teknikleri konularında birçok çalışma yapmıştır.
Savaş meydanlarında büyük kolaylık sağlayacak bir otomatik tatar yayı icat eden
Philon, mancınıklar üzerinde çalışmalar yapmıştır. Yine su değirmenlerinin
çalışma prensiplerini bilimsel olarak ortaya koyan ilk bilim insanıdır. Bu
yazımızda Philon'un askeri teknolojiler üzerinde yaptığı çalışmalardan çok,
çağın çok ilerisinde olan iki icadından bahsedeceğiz. Bunlardan biri 8 delikli
mürekkep hokkası diğeri ise tarihte ilk olarak değerlendirebileceğimiz
antik robot...
1.
JİROSKOPUN ATASI: MÜREKKEP HOKKASI
Bizanslı
Philon'un en çığır açan icatlarından biri başlangıçta hepimize çok basit olarak
gelecek olsa da mürekkep hokkasıdır. Birbirine bağlı, kendi kendine dönen
halkalardan oluşan bu 8 delikli mürekkep hokkası nereye çevirirseniz çevirin
yer çekiminin etkisiyle mürekkebin dökülmesini engelleyecek bir sisteme
sahipti. Bu icadı bu kadar değerli kılan şey, günümüzde etkin şekilde
kullanılan kardanın ve jiroskopun atası olmasından kaynaklanmaktadır. Evrenin
dengeleyicisi olarak da bilinen jiroskop, gemi ve uçakların pusula ve otopilot
sistemlerinde etkin bir şekilde kullanılan çok önemli bir bileşendir.
Doğrultu
koruma özelliği sebebiyle, araçların rotalarını sabit tutmalarını sağlayan bu
sistem, gemi ve uçakların yanında, uzaya gönderilen araçlarda, balistik
füzelerde, elektromanyetik sistemlerde, insansız hava araçlarında, madenlerde,
akıllı telefon ve navigasyon cihazlarında (mini jiroskoplar) etkin bir şekilde
kullanılmaktadır. Özellikle geceleri ve görüş şartlarının azaldığı
durumlarda hayati önem taşıyan ve uçak pilotlarının ufku düz görmesini
sağlayan jiroskop sistemlerinin atası bu basit mürekkep hokkasıdır. Philon
çağının çok ötesinde olan bu icadı, yaklaşık 2000 yıl sonra insanların aya ayak
basmasına ve uzaya gönderilen araçların yörüngelerini kaybetmemelerini
sağlayacak sistemlerin geliştirilmesine öncülük etmiştir.
Günümüz
dünyasının en önemli teknolojik icatlarından birisi hiç şüphesiz robotlar
olmuştur. Gelecekte birçok sektörde insanların yerine istihdam edileceği
düşünülen robotlar üzerindeki çalışmalar birçok gelişmiş devlet ve teknoloji
şirketleri arasında büyük bir rekabete neden olmuştur. Birçoğumuza göre 20'nci
yüzyılda icat edildiği düşünülen robotların geçmişi aslında antik çağa kadar
dayanmaktadır. Mekanik sistemler üzerinde çalışan Yunanlı Philon tarihin ilk
robotunun da mucididir. O dönemin diğer bir ünlü bilim insanı olan Ktesibios'un
su saati ve su pompası gibi icatlarını inceleyen Philon hidrolik ve
sıkıştırılmış hava hakkında kendini geliştirmiş ve bunu tarihin ilk robotunun
icadında kullanmıştır.
Antik
robot hizmetçiye benzeyen bir heykeldi ve otomatik olarak gelen misafirlerin
kadehlerine şarap ve kutsal su dolduruyordu. Philon bunu heykelin içerisine yerleştirdiği hava basıncı ve valf
sistemleri sayesinde başarmıştır. Heykelin kolunun hareket ettirilmesiyle
sürahiden sarap dökülüyor ve sürahi belli bir açıya ulaştığında oluşturduğu
ağırlıkla bu şarabın bulunduğu valfi kapatıyor ve su valfini harekete
geçiriyordu (sürahinin içinde su ve şarap için ayrı kanallar bulunuyordu)
böylece herkese eşit miktarda su ve şarap veriyordu. Basit olarak
değerlendirebileceğimiz bu icat, yaklaşık 2000 yıl öncesinin insanlarında büyük
şaşkınlık yaratmış ve ayrıca kendinden sonraki birçok bilim insanına, otomatik
alet ve araçların icat edilmesinde ilham kaynağı olmuştur. Bunlardan birisi de,
robot teknolojisini çok ileri boyutlara ulaşmasını sağlayan ve sanayi devrimine
zemin hazırlayan sibernitiğin babası El Cezeredir.
Günümüz
dünyasında çığır açan birçok icadın, eldeki kısıtlı kaynak ve imkanlara
rağmen antik çağın dehaları tarafından icat edildiğini söyleyebiliriz.
Mekaniğin yaşanılan dönemdeki dört büyük ustasından (Arşimet, İskenderiyeli
Heron, Yunanlı Philon ve Ktesibios ) biri olan Philon bıraktığı eserler ve
çağın çok ilerisindeki icatlarıyla insanlık tarihinin gelişmesine büyük katkıda
bulunmuştur. Özellikle ilerleyen süreçte
bölgeye hakim olan İslam İmparatorlukları bu kıymetli bilim insanlarının
araştırmalarını ve eserlerini inceleyerek birçok bilimsel icadın
geliştirilmesine öncülük etmişlerdir. Araştırmacıların bir çoğu, İskenderiye Kütüphanesinde çıkan yangın
sonucunda, günümüze ışık tutabilecek birçok bilimsel eser ve çalışmaların yok olduğu
konusunda hemfikirdir. O dönemdeki birçok deha gibi Yunanlı Philon'un da
eserlerinin büyük bölümü gerek yangında, gerekse zaman içerisinde yok olmuş ve
unutulmuştur. Çok az sayıda eseri ve çalışmasına şahit olduğumuz Philon'un
başka ne tür konularda bilimsel çalışmalar ortaya koyduğu hususu büyük bir
gizem olarak kalacaktır.
4/06/2019
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vata...
TARİHİ DEĞİŞTİREN BAŞYAPIT: GÖBEKLİTEPE
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km
kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vatandaş, farkında
olmadan bilinen tarihi değiştirecek ve günümüze kadar inanılan insanın
gelişimini sorgulamamıza neden olacak çok büyük bir keşife neden olmuştur.
İnsanlığı hayrete düşüren ve tüm dünyanın dikkatinin bu bölgeye çekilmesini
sağlayan şey, keşfedilen yapıtın, yapılan karbon testleri sonucunda M.Ö 12000
yıl öncesine kadar dayanması olmuştur. Yani Taş Devrine...Peki elde edilen bu
sonuç neden dünya tarihinin yeniden yazılmasına sebep olacak?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Göbeklitepe'de keşfedilen yapıtların inşası; buzul çağının yeni sona
erdiği, tarımın, tekerleğin ve yazının henüz icat edilmediği, Mısır Piramitleri
ve İngiltere'de bulunan Stonehengen'in inşa edilmesine daha 7000-7500 yıl
olduğu bir zamana denk gelmektedir. Dünya tarihi anlatılırken, insanın
öncelikle avcılıkla hayatını idame ettiğinden bahsedilir. İnsanlığın
gelişiminin en önemli buluşu ise, tarımın keşfedilmesidir. Tarımın
keşfedilmesiyle, insanlar yemek arama ve karın doyurma derdinden kurtulmuş,
kendilerini tamamen kültürel zenginleşmeye ve gelişmeye adamıştır. Bunun doğal
bir sonucu olarak, insanlar bir arada yaşamaya başlamış ve yerleşik hayata
geçmişlerdir. Temel ihtiyaçlarını karşılayan insanlar daha sonra dini
öğretiler geliştirmiş ve tapınaklar inşa etmeye başlamıştır. Oluşturulan bu
küçük yerleşimler; şehirleri, şehirler ise uygarlıkların oluşmasına imkan
sağlamıştır. Yani teoride sıralama ;
Tarımın Keşfi-Yerleşik Hayata Geçilmesi-Dini Öğretiler
Geliştirilmesi-Tapınakların İnşa Edilmesi-Şehirlerin Kurulması-Uygalıkların
Oluşması şeklinde olmuştur.
Ancak Türkiye'nin Göbeklitepe bölgesindeki taş sütunlar ve
üzerindeki kabartmalar kültürel gelişim tarihinde yeni bir sayfa açılmasına
sebep olmuştur. Çünkü bu yapıtların tarihi tarımın icat edilmesinden bile
önceye yani taş devrine dayanmaktadır. Taş devri denilince avcılıkla hayatını
idame ettiren ve sadece taştan yaptıkları aletleri kullanan ilk insanlar akla
gelir. Ancak, Göbeklitepe'deki yapıtların inşa edilmesi o dönemin şartlarıyla
imkansız görülmektedir. Çünkü böyle bir yapının inşası için büyük bir
örgütlenme (duvar ustaları, kazıcılar, taş ocağı işçileri vb.) gerektiği aşikardır.
Devasa büyüklükteki bu taş sütunların nasıl ve ne ile bulundukları yere
taşındıkları hususu büyük bir muamma olarak görülmüştür. Yani insanlar,
birarada bile yaşamaya başlamamışken, bu mükemmel işçilik ve sanat gerektiren
yapıları nasıl inşa ettiler? İnsanlar henüz kilden çömlek yapmaya bile
başlamamışken bu kusursuz yapıları kim neden ve ne maksatla inşa etmiştir? Bu
durum yukarıda bahsettiğimiz sıralamanın doğruluğunun sorgulanmasına neden
olmuştur.
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
3/24/2019
Şahmaran Efsanesi, Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile insanoğlunun karşılaşmasını ...
ŞAHMARAN EFSANESİ
Şahmaran Efsanesi,
Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile
insanoğlunun karşılaşmasını ve imtihanını anlatan hüzünlü bir hikayedir. Bugün
Şahmaran figürü, yılanın kültürlerdeki kötü imajının aksine, bereket ve
bilgeliğin simgesi olarak görülür ve Anadolunun birçok evinin duvarlarını
süsler. İşte Yunan mitolojisindeki Medusa ile Hitit mitolojisinde yer alan
İlluyanka efsanelerine benzer yönler taşıyan ve insanoğluna ders niteliğindeki
Şahmaran'ın hikayesi...
Şahmaran efsanesi
Mersin'in Tarsus ilçesinde doğmuş bir şehir efsanesidir. Şahmaran belden
aşağısı yılan, üstü insan olan güzel ve çekici bir dişi varlıktır. Kendisi
maran soyundan gelen yılanların şahıdır. Şahmaran yılanların efendisi olarak
insanlara zarar vermesini engelleyen iyi kalpli bir varlıktır. Efsaneye göre
Şahmaran günümüz Tarsus ve Çukurova ilçeleri arasında bir yeraltı krallığında
yaşamıştır. Bunun sebebi açgözlü ve menfaatçi olan insandan uzak yaşamaktır ve
bu yüzden yeraltından çıkmaz.
Şahmaranla tanışan ilk insanın adı bazı kaynaklarda Belkıya olarak geçerken,
çoğunlukla Camsab olarak bilinir. Camsab o zamanın Tarsus'unda oldukça fakir
bir ailenin çocuğudur. Birgün Camsab arkadaşlarıyla beraber ormanın
derinliklerinde bir mağara keşfeder. Buldukları mağarayı kontrol ettiklerinde
içinin bal ile dolu olduğunu farkederler. Bal o dönemlerde kıymetli olduğu
için, balı toplamak için harekete geçerler. Balı alabilmesi için arkadaşları
Camsab'ı mağaranın derinliklerine indirir. Açgözlü arkadaşları kendilerine
düşen balın daha fazla olması için Camsab'ı mağarada kaderiyle başbaşa
bırakırlar.
Bu ürpertici mağaranın
içinde ne yapacağını düşünen Camsab birden bir ışık farkeder. Cebindeki çakıyla
bu ışık süzmesinin bulunduğu alanı büyüten Camsab asla tahayyül edemeyeceği
güzellikte bir bahçe ile karşılaşır. Bahçede eşşiz güzellikte çiçekler, meyve
ağaçları ve sayısız yılan bulunmaktadır. Bu şahane bahçenin ortasında ise,
büyük bir havuz olduğunu görür. Havuzun başında ise o mükemmel ihtişamıyla
Şahmaran oturmaktadır. Bu eşşiz güzellik, Camsab'ı farkeder ve himayesine
alır.
Camsab uzun yıllar
Şahmaran ile bu bahçede yaşar. Orada çok mutlu ve keyifli bir yaşam süren
Camsab, belli bir süre sonra ailesini çok özlediğini ve gitmek istediğini
Şahmaran'a bildirir. Çıkmak yasak olduğundan başlangıçta Camsab'a izin vermeyen
Şahmaran onu çok sevdiğinden kıyamaz ve gitmesine izin verir. Ancak
Camsab'tan kendisi ve yaşadıkları yer hakkında kimseye bilgi vermemesi ve
hamamda yıkanmaması konusunda söz alır. Daha sonra ailesinin yanına dönen
Camsab uzun bir süre verdiği sözü tutar.
Seneler sonra
ülkenin padişahı amansız bir hastalığa yakalanır. Padişahın veziri ise tek
dermanın Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söyler ve halk içinde Şahmaran'ın
yerini bilen kişiler olduğunu söyleyerek tüm halkı büyük hamamlarda toplar.
Çünkü yılanlarla yaşayan kişinin hamamda yıkanması durumunda vücudunun pul pul
olacağını iddia eder. Başka bir çaresi kalmayan padişah vezirin bu teklifini
kabul eder. Hamamda yıkanan Camsab kısa sürede derisi pullandığı için
yakalanır. Kendisi ve ailesinin öldürüleceği tehdidini alan Camsab istemeden de
olsa Şahmaran'ın yerini söyler. Padişahın askerleri Şahmaranı bulunduğu yerde
yakalayıp padişahın huzuruna getirir.
Camsab'ın çok üzgün olduğunu gören ve bunu yapmaya
mecbur kaldığını anlayan Şahmaran, Camsab'a yardım etmeye karar verir. Şahmaran
padişaha şifa bulması için; başını kaynatılıp padişah tarafından, gövdesinin kaynatılıp
vezir tarafından ve kuyruğunun kaynatılıp Camsab tarafından içilmesi
gerektiğini bildirir. Bu aslında Camsab'a yaptığı son iyiliktir. Başını
kaynatıp içen padişah şifa bulur, gövdesini kaynatan kötü kalpli vezir ise
ölür. Camsab ise Lokman Hekim olarak bildiğimiz büyük bir alim olur ve padişah
tarafından vezir olarak görevlendirilir. Anlatılan hikayeler farklılık gösterse
de, tüm hikayelerin sonunda Şahmaran ölmektedir.
Aynı hikayenin bir diğer versiyonunda ise evine dönen
Camsab ilerleyen süreçte Şahmaran'dan yardım isteyip bulunduğu yerden çıkmasını
ve hamama gelmesini ister. Şahmaran maranlara ve yılanlara hamama gideceğini ve
oradan bir düğüne katılacağı yalanını söyler. Aslında yardıma ihtiyacı olmayan
Camsab, Şahmaran'ın padişahın muhafızları tarafından yakalanmasını
sağlayarak ona ihanet eder. Amacı kendisine vadedilen vezirlik makamına
yükselmektir.
Hamama gelen Şahmaran'ı padişahın muhafızları yakalar
ve başını keserek öldürür. Ancak Şahmaran'ın kanı kuvvetlidir ve bütün hamama
yayılır. Çalışanlar ne yaparsa yapsın kanını çıkaramazlar. Şahmaran'ın
cesedi de o hamamda bulunan göbektaşının altına gizlenir ve yılanların
girmemesi için önlemler alınır. Çünkü Şahmaran'ın yılanları ve maranları davul sesi
duydukları sürece düğünün devam ettiğini düşünmektedirler.Efsaneye göre; davul
seslerinin kesildiğini anladıkları zaman, kraliçelerinin öldüğünü anlayacak ve
bulundukları yerden çıkıp evlere girerek insanları öldüreceklerdir. Bugün
Çukurova bölgesinde çok fazla yılan olmasının sebebini bu efsaneye bağlarlar.
Yine Adana ilinde bulunan Yılanlıkale'nin, maranların ve yılanların yaşadığı ve
Şahmaran'ı beklediği yer olduğu dile getirilir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...