Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...

İNSAN HIRSININ ZİRVESİ: BABİL KULESİ

6/20/2019 1 Comments

Tanrının kapısı

  Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Babil Kulesi, gerek inşasındaki gizemleri gerekse insanın Tanrılaşma mücadelesine ait sırlarını içinde barındıran ve efsanelere konu olmuş tarihi başyapıtlardan birisidir. Yükseklerde olan herşeyi kutsal sayan Sümerliler tarafından 5000 yıl önce inşa edildiği düşünülen Babil Kulesi, semavi metinler dışında birçok mitolojide ve tarihi kaynaklarda kendine yer bulmuştur. Günümüzde Irak'ın Bağdat şehrinin 100 km güneyinde olan bölgede olduğu düşünülen ve dünyanın yedi harikasından biri sayılan Babilin Asma Bahçelerinin içinde inşa edilen Babil Kulesi, çağın çok ötesindeki mimarisiyle tarih boyunca birçok medeniyet tarafından ele geçirilmek istenmiş ve sayısız savaşa tanıklık etmiştir. Peki insanın Tanrıya ulaşma çabasının bir simgesi olan ve o dönemde inşa edilen birçok yapıta göre eşşiz bir mimariye sahip olan Babilin Kulesinin ardında sakladığı gizemler nelerdir?

   Dini ve Tarihi Kaynaklarda Babil Kulesi

  Akad dilinde 'bab-ilu' kelimesinden türeyen Babil kelimesi Tanrı'nın Kapısı anlamına gelmektedir. Akad diliyle benzerlik gösteren Arapça'da da bab kelimesi kapı anlamındadır ve Türkçe'ye Arapça'dan geçmiştir. İbranice bavel okunuşunun babel şekline dönüşmesinden türeyen kelime, Hristiyanlarca da kutsal kabul edilen Eski Ahit'te 'kargaşa, anarşi' şeklinde açıklanmıştır. Kuran, Tevrat ve İncil dışında Babil ve Sümer tabletlerinde ve birçok tarihi eserlerde Babil Kulesi hakkında bilgiler verilmektedir. 

Babilin gizemleri

  En eski semavi kitaplar olan Tevrat ve İncil'de Babil kulesinin hikayesi şu şekilde anlatılmaktadır; Nuh tufanından sonra bulundukları bölgeye yayılan Nuh'un çocukları Sinar (Sümer) ülkesine yerleşirler. Zamanla gelişen insanoğlu insanların dağılmadan yaşayacağı büyük bir şehir kurmak ister. Kurulacak bu uygarlığın en büyük özelliği yeryüzündeki bütün insanların aynı dili konuştuğu tek bir devletten oluşmasıdır. Bu şehri kuran insanlar daha sonra şehrin nişanesi olsun diye ortasına yeryüzünün en büyük kulesini inşa etmek isterler. Amaçları göklere yükselip Tanrılara ulaşmak ve insanların dağılmasını engelleyecek bir yapı inşa etmektir. Tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanoğlunun bu çabasına ve kendilerini beğenmişliklerine sinirlenir ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Kulenin yıkılış hikayesi, Tevrat'ta anlatılmamaktadır. Ancak Yahudilerin meşhur tarihi kaynakları olan Jubiless ve Leptogenesis'te Tanrı'nın çok sert bir rüzgar estirerek kuleyi yıktığından söz edilmektedir. Kısacası, başlarına gelen Nuh Tufanından ders çıkarmayan insanoğlunun kendini Tanrıyla kıyaslaması, kibiri yine Tanrı tarafından cezalandırılmış ve birbirini anlamayan insanların ayrışmasıyla birçok farklı millet ortaya çıkmıştır. Tevratta Babil Kulesi için insanlığın yüz karası tabiri kullanılmaktadır. Günümüzde ise, bütün dillerin aynı kökenden geldiğini iddia eden birçok dilbilimci Babil Kulesi hikayesini kanıt olarak değerlendirmektedir.


Babil devleti

   Dinler tarihinin ve İsrailoğullarına ait efsanelerin geçtiği ve Yahudiler için önemli bir kaynak sayılan Peygamber Enok/Hanok'un kitabında da (1. İznik konsilinde saptırıcı bilgiler olduğu düşünüldüğünden Tevrat’tan ve İncil'den tamamen çıkarılmıştır.) Babil Kulesi konusu ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Nuh tufanından önce yeryüzüne Nefiller ve Elohim denilen varlıklar gelmekteydi. Başka bir gezegende yaşadığı düşünülen bu varlıklar, yeryüzüne inip ihtiyaçlarını karşılamakta ve insanlarla iletişime geçmekteydi. Çok daha gelişmiş özelliklere ve teknolojiye sahip olan  bu dev varlıklar insanlar tarafından Yarı Tanrı yada Tanrı olarak tasvir ediliyorlardı. Birçok araştırmacı, Sümer tabletlerinde anlatılan ve yeryüzüne inerek altın karşılığında insanlara bilmedikleri şeyleri öğreten Annunakilerin bu tarihi kitapta bahsedilen Elohim ve Nefillerden olduğunu iddia etmektedirler. Nuh tufanı yaşandıktan sonra tekrar bir araya gelen ve aynı dili konuşan insanlar büyük bir kule inşa etmişlerdi.  Çok üstün teknolojilerle inşa edilen bu kule yardımıyla diğer gezegenlerdeki varlıklara ok saldırıları düzenlemeye başladılar. Bu muazzam kulenin insanlar tarafından inşa edilmesi ,Elohim denen varlıklarda büyük bir panik oluşmasına neden olmuştu. İnsanların daha fazla gelişmesini istemeyen Elohimler, tekrar yeryüzüne inmiş ve insanların dillerini karıştırarak ayrışmalarına ve birbirlerine savaş açmalarına neden olmuştur. Bu hikayenin bir kopyası da Mayalarda güvercin hikayesi olarak anlatılmaktadır. İnsanların böyle bir kule inşa ettiğini gören Tanrılar bir güvercin göndermiş ve insanların dillerini karıştırmıştır. 


Babilin esrarı

   Kuran-ı Kerim'de ise Babil Kulesine benzer bir kuleden ve hikayeden bahsedilir. Kuran'da geçen hikaye Babil'de değil Musa peygamberin yaşadığı dönemde Mısır'da geçmektedir. Firavun, tefsircilerin yardımcısı ya da veziri olduğunu belirttiği Haman'a kendisine kilden bir kule inşa etmesini böylece Musa'nın tanrısına ulaşacağını söyler. “Firavun: Haman! Benim için bir kule inşa et, dedi, Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın Tanrısına ulaşırım. Gerçi ben onun yalancı olduğunu zannediyorum ya, (neyse!) İşte böylece, Firavun’un kötü gidişatı kendisine cazip göründü ve yoldan çıkarıldı. Sonuç itibariyle Firavunun hilesi ve düzeni de tamamen boşa çıktı.”(Mümin, 40/36-37). Kimi araştırmacılar Mısır piramitlerinin Kuran'da belirtilen amaçla Firavunlar tarafından inşa ettirildiğini savunmaktadır. 9'uncu yüzyılın ünlü İslam tarihçilerinden El-Tabari'nin 'Peygamberler ve Krallar Tarihi' adlı eserinde de Babil Kulesinden söz edilmektedir. Bu hikayede zamanının en ünlü hükümdarı olan Nimrod (Nemrut) Nuh tufanının öcünü almak ve Tanrının cennetine ulaşmak için büyük bir kule inşa edilmesi emrini verir. Daha sonra Allah tarafından bu kule yıkılır ve o zaman kadar aynı dili konuşan insanların dilleri 72 farklı dile dönüştürülür. Birbirini anlamayan insanlar ayrışır ve dünya üzerine yayılırlar. 13'üncü yüzyıl İslam Tarihçisi Ebu El Fida'nın eserinde de bu hikayeden bahsedilmiştir. Bu hikayede de kulenin inşaatına katılmayan İbrahim peygamberin atası olan Hud'un kendi dili olan İbraniceyi muhafaza etmesine Allah tarafından izin verildiğinden bahsedilmektedir.


7 katlı gökdelen

  Tarihi kaynaklarda ise, Babil Kulesinin M.Ö 5000 yıllarında Sümerliler tarafından o zamanın en ünlü tanrısal figürü olan Tanrı Marduk adına yapıldığı belirtilmektedir. Yükseklere tapan Sümerler yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına inanırlardı. Babil Kulesi bir anlamda bu ağacın temsili bir şekliydi. Yapiminda kil, su, kan, yün, odun, kireç, zift, keten, bitun ve 85 milyon tuğla kullanılan, yaklaşık 90 metre yükseliğe ve genişliğe sahip olan bu kule her katının ayrı bir anlam ifade ettiği 7 kattan oluşmaktaydı. Birinci kat taşı, ikinci kat ateşi, üçüncü kat bitkileri, dördüncü kat hayvanları, beşinci kat insanları, altınca kat gökyüzünü ve yedinci kat melekleri simgeliyordu. İnsan manevi gelişmişliğine göre her bir katın sırlarını öğrendikten sonra bu katlarda yükselip Tanrı Marduk'la görüşebilirdi. Sıradan halktan insanlar ibadetleri için birinci katı kullanırlardı. Üst katlar ise sadece rahipler ve seçkin din adamlarınca kullanılmaktaydı.Kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila'ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu bulunmaktaydı. On binlerce işçinin çalışmasıyla bile 650 yılda inşa edilebileceği düşünülen bu kulenin inşaatının 43 yıl sürdüğü tarihi kaynaklar ve yazılı tabletlerde belirtilmektedir. 

    Tarihi kaynaklarda tüm ihtişamıyla Babilin asma bahçeleri içinde yükselen Babil Kulesi ilk olarak şehri işgal eden Tikulti -Ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal tarafından yıkıldığı belirtilmektedir. Daha sonraki  Babil Kralları Nabopollasor ve Nabukadnasor tarafından kulenin yıkılan kısımları yeniden onarılmış, ancak M.Ö. 479'da Babil'i fetheden Pers kralı Xerkes kuleyi tekrar yıkmıştır. Uzun yıllar sonra Babil'i fetheden büyük İskender yıkık kulenin mimarisine hayran kalmış ve kulenin eski haline getirilmesini emretmiştir. Bu devasa yapının molozlarının temizlenmesi için 2 ay boyunca on binden fazla işçi çalışmıştır. Büyük İskender'in zamansız ölümü sonrası onarım çalışmaları yarım kalmıştır. Ünlü Hollandalı ressam Pieter Bruegel tarafından 16'ncı yüzyılda resmedilen Babil Kulesinin günümüze ulaşan herhangi bir kalıntısı bulunmamaktadır. Ancak arkeologlar tarafından bulunan Sümer tabletlerinde kulenin inşası ve tarihi hakkında detaylı bilgilere ulaşılmıştır. Günümüzde Babil Kulesinin Bağdat'ın 100 km güneyinde bulunan El Hilal kasabası sınırları içerisinde olduğu düşünülmektedir.


Yeni Dünya düzeni
   
  Bazı araştırmacılar ve komple teorisyenleri dünyada oluşturmaya çalışılan yeni dünya düzenini Babil kulesi efsanesine benzetmektedirler. Onlara göre, Avrupa Birliği tek merkezli bir yönetim şeklinin ilk adımıdır. Özellikle Avrupa Parlemento binasının mimarisinin Babil Kulesine benzetilmesini bu açıdan dikkat çekici bulurlar. Avrupa Birliği tarafından yayınlanan bir afişte (ortadaki resim) Babil Kulesinin kullanılması büyük merak uyandırmıştır. Söz konusu resimde kullanılan Babil Kulesinin tepe kısmında bir inşaat iskelesinin bulunması onun tekrar inşa edilme çabalarının göstergesi olarak görülmüştür. Yine aynı afişte 'Avrupa:Birçok Dil Tek Ses' sloganı kullanılmıştır. Afiş daha ayrıntılı incelendiğinde, elinde çekiç bulunan bir insan ve bir bebek hariç kafaları çekiçle düzleştirilmiş insanlar bulunmaktadır. Birçok araştırmacı, bu afişi köleleşmiş ve robotlaşmış  insanların bulunduğu Tek Devletli Yeni Dünya Düzeni olarak yorumlamıştır. Bugün dünyayı yönettiği düşünülen mason, üst akıl ve illümunati gibi örgütlerin kuruluş misyonlarında Babil Kulesinin  önemli bir yeri olduğu iddia edilmektedir. Bazı komplo teorisyenleri, Ortadoğu'da süregelen savaşın özellikle eski Babil Devleti sınırları çevresinde gerçekleşmesini, burada yeniden kurulacak bir Babil Devletininin zeminini hazırlamak olarak değerlendirmişlerdir.


insanoglunun hırsları

  Sonuç olarak, Babil Kulesi insanoğlunun hırsının, ihtiraslarının ve herşeye hükmetme isteğinin eşsiz bir örneğidir. Tarih boyunca gücü elde eden kusurlu insan her zaman Tanrılaşma, Tanrı gibi güçlü olma mücadelesine girmiş ve sahip olduğu bu kendini beğenmişlik kusursuz olan Tanrı'nın cezalandırmasıyla son bulmuştur. Babil Kulesi insanoğlu için hem bir birleşmenin hem de bir ayrılığın sembolüdür. Yaşanan büyük tufandan sonra biraraya gelen insanlar kısa sürede birleşmiş ve içlerindeki Tanrısal isteğin bir dışa vurumu olarak birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, yine aynı insan Tanrı tarafından cezalandırıldığında ve dilleri ayrıştırıldığında birbirinden uzaklaşmaya ve anlaşamamaya başlamış ve bunun bir sonucu olarak menfaatleri doğrultusunda savaşmayı tercih etmiştir. Dilleri ayrışan insanların bu savaşı Babil Kulesinin yıkılışından günümüze kadar sürekli olarak tazeliğini korumaktadır. Bugün dünyanın birçok yerinde gücü eline geçiren insanoğlu sahip olduğu kibirin etkisiyle birbirlerini yok etmeye devam etmektedir. Bir diğer açıdan bakıldığında, birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşayabilecek olan insanoğlunun savaşı tercih etmesi, onun aciziyetinin ve zayıflığının en büyük göstergesidir. Umarız, insanoğlu gelecekte kibir ve zayıflıklarından arınarak barışı hedefleyen bir Babil Kulesi (dünya düzeni) inşa eder.
     

1 Comments:

 İlk insan Hz. Adem'den sonra insanlığın ve diğer bütün canlıların bir yeniden doğuşu gözüyle bakılan Nuh tufanı günümüzde gerek se...

KÜRESEL YIKIM VE YENİDEN DOĞUŞ: NUH TUFANI

6/16/2019 3 Comments


Nuh peygamber

 İlk insan Hz. Adem'den sonra insanlığın ve diğer bütün canlıların bir yeniden doğuşu gözüyle bakılan Nuh tufanı günümüzde gerek semavi kaynaklarda ve farklı inanç sistemlerinde, gerekse bilim dünyasında sıkça tartışılan en büyük gizemlerden biri olarak görülmektedir. İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi temel semavi dinlerin dışında; Sümerlilerden,Babillere, Sami kavimlerinden, Aborjinlere ve Antik Yunanlılara kadar birçok  eski medeniyette hakkında bilgiler bulunan bu büyük olay, bir anlamda insanlık tarihinin ortak bir hafızası olarak görülmektedir. Bakıldığında tarihe ışık tutan kazı bilimine ismini veren arkeoloji kelimesinin bile novas ark (Nuh'un gemisi) kelimesinden türediği görülmektedir. Birçok mitolojide yer alan, yeryüzünde görülen en büyük yıkım olarak kabul edilen, bunun yanında insan ve hayvan ırkının yeniden doğuşunun bir sembolü olarak görülen bu büyük olayın ardındaki sırlar nelerdir?

  Farklı İnanış ve Mitolojilerde Nuh Tufanı


nuh tufanı ve hayvanlar

  Kuran-ı Kerim'de Nuh tufanı hadisesi şu şekilde anlatılmaktadır; Peygamberlik görevi verilen Hz. Nuh  o dönem azgın ve sapkın bir hayat yaşayan kavmine Allah'tan başka ilah olmadığını tebliğ eder ve buna inanmadıklarında başlarına azap geleceğini bildirir. (Araf 59) Ancak sapkınlıklarına devam eden bu kavimin önde gelenleri Nuh peygamberi ve çevresindeki azınlığı aşağılamış  ve alay etmişlerdir.(Hud 27-28) Bunun üzerine Nuh peygamber Allah'a onları gece gündüz Allah yolunda olmaya davet ettiğini ancak bir sonuç alamadığını söyler.(Nuh 5-7) Nuh'un bu ümitsizliğini ve üzüntüsünü gören Allah, artık önceden inanmışlar dışında kimsenin iman etmeyeceğini, daha fazla tasalanmamasını ve bir gemi inşa etmesini söyler. (Hud 36-37) Söylenildiği şekilde gemiyi inşa eden Nuh peygambere Allah gemiyi, hakkında hüküm verilenler hariç ailesini, iman etmişleri ve her hayvandan bir çift ile doldurmasını emreder. (Hud 40-41). Daha sonra hem gök hem yer sularının boşalmasıyla tufan başlar ve gemide bulunanlar dışında herkes boğularak ölür. Kuran'da ayrıca Nuh peygamber ile oğlu arasındaki hikayeden de bahsetmektedir. Gemi dalgalar üstünde ilerlerken oğlunu gören Nuh peygamber onun kendilerinin yolundan gitmesini ve gemiye binmesini istemiştir. Ancak oğlu bir dağa sığınacağını ve bunun kendisini sudan koruyacağını söyler. Nuh peygamber, Onu Allah'ın merhameti dışında hiçbir şeyin kurtaramayacağını söylemiş ve araya giren dalgalar ile oğlu gözden kaybolmuştur. (Hud 42-43) Oğlunun inkarcılarla beraber ölmesine çok üzülen Nuh Peygamber babalık hislerinin etkisiyle  sitemkar bir şekilde bu olayın nasıl meydana geldiğini Allah'a sormuştur. (Hud 45) Allah buna karşı Nuh peygamberi uyarmış ve oğlunun kendisine nispet edilemeyecek bir inançsız olduğuna dikkat çekmiştir. (Hud 46) Bunun üzerine Nuh peygamber hatasını anlamış ve Allah'tan af dilemiştir.(Hud 47) Daha sonra Allah yerin ve göğün sularını kesmesini emretmiş ve gemi Cudi (Yüksek Dağ) üzerine oturmuştur. (Hud 44) Yine Ankebut suresinde Nuh tufanı kısaca şu şekilde özetlenmiştir;

     Vaktiyle biz Nûh’u kendi kavmine resul olarak göndermiştik. Nûh, bin yıldan elli yıl daha az bir süreyle onların arasında kaldı. Sonunda zulümlerini sürdürürlerken onları tûfan yakaladı.(Ankebut 14) Fakat biz Nûh’u ve gemidekileri kurtardık ve bunu bütün insanlık için bir ibret yaptık. (Ankebut 15)


yerin ve gögün boşalması

 Hristiyanlığın kutsal kitabı İncilde de nuh tufanı hadisesinden bahsedilmektedir. Nuh peygamber sapkın ve emirlere uymayan bir kavime gönderilmiş, kendileri peygamberin tebliğine kulak kapatarak günahkar yaşamlarına devam etmişlerdir. Bunun üzerine Tanrı büyük bir tufan yaratmış, Nuh peygamber ve beraberindekiler dışında bütün insanlar boğularak ölmüştür. Nuh tufanı hadisesi incilin bazı bölümlerinde şu şekilde anlatılmıştır; “Nûh'un günlerinde nasıl olduysa, İnsanoğlu'nun gelişinde de öyle olacak. Nûh'un gemiye bindiği güne dek, tûfândan önceki günlerde insanlar yiyip içiyor, evlenip evlendiriliyorlardı. Tûfân gelinceye, hepsini süpürüp götürünceye dek başlarına geleceklerden habersizdiler. İnsanoğlu'nun gelişi de öyle olacak. ” (Matta, 24/37-39); “Tanrı, eski dünyayı da esirgemedi. Ama Tanrısızların dünyası üzerine tûfânı gönderdiği zaman, doğruluk yolunu bildiren Nûh'u ve yedi kişiyi daha korudu.” (II. Petrus, 2/5)


nuh ve hayvanlar

  En eski semavi din olan tevratta Nuh tufanı daha detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Peygamberlik döneminde insanların Nuh peygamberin tebliğine kulak asmaması ve her türlü sapkınlığın yaşanması sonucu insanı yarattığına pişman olan Tanrı büyük bir tufan yaratacağını bu sürece kadar kendisinin bir gemi inşa etmesini emretmiş, geminin (Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın) nasıl yapılacağını ve içine kimleri ve hangi hayvanları  alacağını  bildirilmiştir. Buna göre Nuh peygamber karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte, erkek ve dişi olmak üzere temiz hayvanlardan ve kuşlardan  yedi, kirli sayılan bazı sürüngenlerden bir çift  almıştır. Tufan 40 gün sürmüş sular ise 150'nci gün çekilmeye başlamıştır. Gemi 7'nci ayın 17'nci gününde suların çekilmesiyle Ararat Dağına (Urartu Ülkesi) oturmuştur. Suların çekilip çekilmediğini anlamak isteyen Nuh peygamber bir kuzgun göndermiş, kuzgunun geri dönmesiyle duracağı yer olmadığını anlamıştır. İlerleyen süreçte gönderdiği güvercinin ağzında bir zeytin yaprağıyla döndüğünü gören Nuh peygamber suların eksildiğini, daha sonra gönderdiği güvercinin dönmemesiyle suların tamamen çekildiğini anlamış ve beraberindekilerle karaya çıkmıştır. Bu durum için kesilen kurbanların hoş kokusunu alan Tanrı bir daha tufan yaratmamayı aht etmiştir. Nuh peygamber 950 sene yaşamış, öldükten sonra onun nesliden insan ırkı tekrar çoğalmaya başlamıştır.(Tevkin:Yaratılış Bölümü)


babil yazıtları

   Nuh Tufanının hikayesinin anlatıldığı ilk eserler yüzyıllar boyunca tevrat olarak bilinse de, geçen yüzyılda Ninova'da yapılan kazılarda Asur Kralı Azur Banipal'in kütüphanesinde bulunan  Babil tabletlerinde de bu büyük olaydan ayrıntılı bir şekilde ve çok büyük benzerlikle bahsedildiği görülmüştür. Gılgamış destanının son bölümünü oluşturan bu hikayede; sayıları gün geçtikçe artan insanların yaptıkları eğlence ve şamatalar dört büyük Tanrı'yı rahatsız etmiş ve bir tufan yaratarak insan ırkını yok etmeye karar vermişlerdir. Bilgelik Tanrısı Enki yarattıkları insanların bu durumuna çok üzülmüş ve kurtarmak için bir çözüm yolu bulmuştur. Enki, Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim'in evinin duvarlarından seslenerek Tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiklerini ve bu tufandan kurtulamaları için evini yıkıp bir gemi inşa etmesini istemiştir. Utnapiştim, Tanrı Enki'nin tarif ettiği şekilde yedi gün içerisinde gemiyi bitirmiş ve gemiye ailesini, akrabalarını, dönemin en ünlü sanatçılarını bindirmiş, gemiye evcil ve vahşi birçok hayvanı doldurmuştur. Tanrıların emriyle gök, yer delinmiş ve her tarafı sular basmıştır. Tanrıları bile korkutan bu olay altı gün ve gece sürmüş, yedinci gün gemi Nisir (Kurtuluş) Dağına oturmuştur. Tufanın bittiğinden emin olmak isteyen Utnapiştim öncelikle bir güvercin ve kırlangıç göndermiş ancak bu hayvanlar konacak yer bulamadığı için geri dönmüştür. Bunun üzerine, bir kuzgunu görevlendiren Utnapiştim kuzgunun geri dönmediğini görünce gemiyi terketmiştir. Daha sonra, Utnapiştim yedi farklı kazanda verdikleri kurbanların pişirilmesini ve şaraplar sunulmasını emretmiştir. Yayılan güzel kokular Tanrıları bu bölgeye çekmiş tufanı yaptıran Tanrı Enlil insanların yaşadığını görünce çok kızmıştır. Ancak bilgelik Tanrısı Enki, Tanrı Enlil'e karşı çıkarak sadece günahkar insanların cezalandırılması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra Tanrılar Utana  Pistim ve karısına ölümsüzlük vererek Tanrılar Bahçesine yerleştirmiştir. Babil yazıtlarında geçen ve Nuh tufanıyla büyük benzerlikler gösteren bu hikaye Sami bir dil olan Akadca yazılmış olmasına rağmen, kullanılan isimlerin Sümer dilinde verilen isimlere daha çok benzediği tespit edilmiştir.


nuhun hikayesi

   İlerleyen süreçte Philedelhia Üniversitesi müzesinde bulunan ve Sümerler dönemine ait bir başka kırık tablet üzerinde yapılan incelemede şiir şeklinde yazılan hikayenin Banipal'in kütüphanesinde bulunan  tabletlerde anlatılan Nuh Tufanı hikayesine birçok açıdan benzerlik göstermesi büyük şaşkınlık yaratmıştır. Bu hikayede de, Tanrıların insanlara kızarak bir tufan yaratmak istediğinden bahsetmektedir. Söz konusu şiirde de bu durum bütün dini görevlerini yerine getiren Kral Ziusudra'ya bir duvar arkasından  Tanrı Enki tarafından bildirilmektedir; ...'Alçakgönüllü ve hoşgörülü olan, hergün tanrısal görevlerini yerine getiren Ziusudra'ya Tanrı Enki, duvardan bir söz söyleyeceğim kulak ver söylediklerime, bizden bir tufan merkezleri kapsayacak, insanlığın tohumu yok olacak, Tanrılar meclisinin sözü karardır, Tanrıların emriyle krallık ve hükümranlık son bulacaktır....Tabletin bundan sonraki kısmında ise gemi yapımının nasıl olacağından, ve tufanın tüm şiddetiyle yedi gün yedi gece devam ettiğinden, tufan olduktan sonra Ziusudra'nın Tanrılar için kurbanlar verdiğinden bahsedilmektedir; ...sonunda Ziusudra Tanrı Enlil ve An'ın önüne atladı, onu sevdiler, bir Tanrı gibi yaşam verdiler, bitkilerin adını, insanların tohumunu koruyan Ziusudra'yı güneşin doğduğu yere Dilmon ülkesine yerleştirdiler... Bu kapsamda incelendiğinde Nuh tufanından bahseden en eski yapıtların Sümer tabletlerine kadar gittiği görülmektedir. Yine antik çağın en büyük medeniyetleri olan Mayalar ve İnkalara ait yazıtlarda; bir erkek ve kadının insanlığın sonu olan bir tufandan, ağacın kabuğuna saklanarak kurtuldukları ve daha sonra sahip olduğu çocuklarla insan ırkının yeniden doğuşuna öncülük ettikleri belirtilmektedir. 

  Bazı farklılıklar göze çarpsa da, bir tufanın olması, yerden ve gökten suların çıkması, Tanrı veya Tanrıların insanlara kızması, bir geminin inşa edilmesi, insanlara önderlik eden bir peygamber ya da kişinin bulunması, gemiye binen insanlar ve hayvanlar dışındakilerin helak olması, geminin bir dağa oturması, gemiye birçok hayvan çiftinin alınması dini metinler ile tarihi yazıtlarda bahsedilen tufan hadisesinin en başlıca ortak özelliklerdir. Kimi ateist araştırmacılar, özellikle Tevrat'ta anlatılan Nuh tufanı hadisesinin, Sümer ve Babil tabletlerinde bahsedilen hikayenin açık bir kopyası olduğunu belirtip dini kaynakların bu hikayelerce insanlar tarafından uydurulan kitaplar olduklarını iddia etmişlerdir. Buna karşı çıkan araştırmacılar ise, kutsal metinlerde anlatılan hadiselerin tarihi yazıtlarca da desteklendiğini belirtmektedirler.

Nuh Tufanına Bilmisel Yaklaşımlar


polistrat

  Nuh tufanı ile ilgili araştırmalar yapan bilim insanları tufanı destekler nitelikte bazı bilimsel kanıtlar sunmuşlardır. Bu kanıtlardan en çok dile getirileni çok tabakalı fosillerin (polistrat) varlığıdır. Ünlü Jeolog Rupke tufan olayı ile ilgili olarak  'Benim kişisel kanaatime göre; polistrat fosilleri hem Tufan'ın gerçek oluşunun hem de tufandan dolayı meydana gelen çökme-çökelme mekanizmasının en can alıcı şahitleridir' demiştir. Kırıntılı damar kayaçları, su altında çamur akışı olarak adlandırılan katı madde akıntıları, geniş alanlara yayılmış çökelti tabakaları ve ancak yoğun su baskınlarında oluşabilecek gözleme tipinde oluşan katmanlaşmalar Nuh tufanı hadisesinin gerçekleştiği konusunda sunulan diğer delillerdir.


hayvan fosilleri

   Bilim adamlarınca ortaya konulan  diğer önemli kanıtlar ise, değişik yüksekliklerde bulunan hayvan fosilleridir. Yapılan araştırmalarda belirli yüksekliklerde balina, deniz kabukları ve deniz fosillerinin bulunması, Sibirya, Alaska ve Kuzey Avrupa'da çok sayıda donmuş mamutlar ve mamut kemikleri bulunması, kayaların yarıklarında  karışık hayvan kemiklerinin bulunması bilim insanlarını hayrete düşürmüştür. Ünlü Jeolog Albert Gaudry'ın Fransa'da bulunan Sautenay dağının zirvesindeki bir kaya üzerinde yaptığı incelemede, at, öküz, kurt ve ayılara ait kemik fosilleri bulması, onu bu konu üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. Diğer ünlü bir İngiliz jeolog olan Prestwicth ise bir arada bulunan hayvan kemiklerini, yükselen sulardan kaçan hayvanların buralara sığınması olarak açıklamıştır. Yine Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunan ve o bölgenin tipolojisine aykırı olan büyük kaya bloklarının tüm kıtaları etkisi altına alan büyük bir tufanın varlığına delil olarak görülmektedir. 


denizaltı ağaçlar

  Miami Üniversitesinin önemli jeologlarından biri olan Cesare Emiliani ile Cambridge Üniversitesinden Nicholas Shackleton'un denizlerin tuzluluk oranları üzerinde yaptıkları araştırma, büyük bir tufanın varlığı konusunda dikkat çekici bir niteliğe sahiptir. Araştırmacılar, Meksika Körfezinde foraminifera kabuklarındaki oksijen izotopu oranları üzerinde yaptıkları araştırma sonucunda, körfezdeki tuzluluk oranının değiştiğini, önceden tuzluluk oranının yüksek olduğunu ancak oluşan büyük bir tufan sebebiyle bu bölgeye çok büyük çaplı bir tatlı su akışının olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu yaklaşık olarak 12 bin yıl önce oluşan evrensel bir tufanın en önemli işareti olmuştur. Bu konu üzerinde yapılan bir diğer araştırma ise, Karadeniz'in önceden büyük bir tatlı su gölü olduğunu, tufanla birlikte bir iç denize dönüştüğünü doğrular niteliktedir. Yine dünyaca ünlü belli başlı coğrafi şekiller üzerinde yapılan karbon testleri bu şekillerin yaklaşık 10 ile 12 bin yıl önce oluştuğunu ispatlamıştır. Amerika'da bulunan Niagara şelaleleri, Cordilleras dağları, Bermuda, Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında deniz diplerinde bulunan sedir ormanları büyük bir tufanın dünyanın coğrafi yapısını yeniden şekillendirdiğinin bir kanıtı olarak görülmektir. 

comet

    Nuh tufanının ne şekilde başladığı hususu ile ilgili yapılan araştırmalardan en dikkat çekici olanı ise dünyaya çarpmasıyla  deprem ve tsunamileri tetiklediği düşünülen kuyruklu yıldızlardır. Jeolog Alexander Tollmann, kuyruklu yıldızların çarpması sonucu oluşan patlamalar sebebiyle felaket zincirinin başladığını, bunun sonucunda depremler, jeolojik deformasyonlar, buhar patlamaları ve dev med cezir dalgaları oluştuğunu iddia etmiştir. Kuyruklu yıldız vuruşunun etkisiyle saçılmış tektit(camsı göktaşı parçaları) ismi verilen erimiş kaya parçaları olduğunu iddia eden Tollman bu parçaların dağılımını incelediğinde dünyaya 7 büyük olmak üzere birçok kuyruklu yıldızın çarptığını iddia etmiştir. Ayrıca, fosilleşmiş ağaçlar üzerinde yaptığı araştırmada,  karbon 14 miktarında artışın kuyruklu yıldızların ozon tabakasında oluşturduğu yıkıma bağlı olarak oluşan radyasyon sonucunda meydana geldiğini belirtmiştir. Özellikle, Ortadoğu Çin ve Hindistan mitolojilerinde yer alan ve dünyada felaketlerin başlangıcı olarak görülen yedi yanan güneş inancı Tollman'ın teorisini doğrular niteliktedir.

nuh tufanı ve gezefenler

  Nuh tufanının gizemi ile ilgili kimi hayalci araştırmacılar, birçok farklı teori ortaya atmışlardır. Elde edilen bilimsel bulguların yeterli olmadığını savunan  araştırmacılar, Nuh tufanının başka bir gezegende yaşandığını ve tufandan kurtulan geminin yeryüzüne indiğini savunurlar. Bunu daha ileri götürenler ise,  Nuh tufanının gelecekte yaşandığını o dönem insanlarının bir zaman makinesiyle tufandan kurtulmak için geçmişe yolculuk yaptığını iddia ederler. Onlara göre, tufan hikayelerinde bahsedilen gemi inanılmaz teknolojik özelliklere sahip bir zaman makinasıdır.  Yine Kuranı Kerimde Yasin suresi yer alan 'Onları ve gelecek nesillerini yüklü gemide taşımamız ve binecekleri benzer araçlar yaratmamız da kendileri için açık bir kanıttır. Dilesek onları batırırız, kimse de onların yardımına koşamaz ve artık kurtulamazlar (Yasin 41,44)' ayetlerinde geçen gelecek nesiller ifadesini tufanın gelecekte yaşandığı noktasında bir delil olarak değerlendirirler. 

nuhun gemisinin kalıntıları

    Sonuç olarak,  birçok dini kaynak ve tarihi yazıtlarda bahsedilen ve hakkında birçok bilimsel delilin ortaya konulduğu Nuh Tufanı, hala içinde birçok gizemi barındıran insanlığın en büyük ortak hafızalarından biridir. Birçok bilim insanı Nuh tufanı olayının gizemi çözüldüğünde, insanlık tarihinde daha birçok gizemin çözüleceği konusunda hemfikirlerdir.  Bugün birçok araştırmacı ve bilim insanı gerek kutsal metinlerde bahsedilen yerlerde, gerek  farklı coğrafi bölgeler üzerinde Nuh tufanına ve gemisine ait kalıntılar aramaktadırlar. Belkide, yaklaşık 30 yıl önce keşfedilen ve insanlık tarihinde büyük değişimler yaratan Göbeklitepe gibi, Kuran'da insanlığa bırakıldığı belirtilen Nuh'un gemisine ait kalıntılar da bulunarak insanlık tarihi sil baştan yazılabilir.
    

3 Comments:

   İnsanlığın en büyük merak uyandıran gizemlerinden birisi hiç şüphesiz ölümden sonra ne olduğu konusudur. Hayatın en büyük realit...

ÖLÜME YAKIN DENEYİMLER

5/31/2019 6 Comments


ruhun ayrlması

   İnsanlığın en büyük merak uyandıran gizemlerinden birisi hiç şüphesiz ölümden sonra ne olduğu konusudur. Hayatın en büyük realitelerinden biri olan ölüm, canlıların bedensel işlevlerinin tamamen ortadan kalkması olarak tanımlanmaktadır. Materyalist bilim insanları insanın ölümüyle herşeyin sonlanacağını düşünürken, semavi kaynaklarda  ruhun ölmediği ve hesaba çekileceği günü beklediği belirtilmektedir. Diğer taraftan bazı inanç sistemlerinde, ruhun yeni bir bedende tekrar doğacağına (reenkarnasyon) inanılmaktadır. Her saatte ortalama altı bin insanın öldüğü günümüzde, azımsanmayacak sayıda insanlar gerek tıbbi müdahalelerle gerek kendiliğinden tekrar hayata dönmektedir. Ölümle yeniden hayata dönme arasındaki bu küçük zaman diliminde kişilerin şahit olduğu ve bizzat tecrübe ettiği olaylara ölüme yakın deneyimler ismi verilmektedir. Özellikle koma halindeyken ve kalbi belli bir süre durup tekrar çalışan insanlar bu deneyimi yaşamaktadır. Hemen hemen hepimizin duyduğu bu tüyler ürpetici hikayelerin aslında birçoğunda ortak noktalar bulunmaktadır. Bu deneyimi tecrübe eden birçok insan yeni bir boyuta geçildiği konusunda hem fikirlerdir. Peki tecrübe edenlerin anlatılmasının çok zor olduğunu belirttiği ve çoğunlukla olumlu olan  bu deneyimler nelerdir?


ölüm anında hatırlaanlar

   Ölüme yakın deneyimler yaşayan insanların anlattıkları, birçok bilim adamının bu konu üzerine eğilmesine neden olmuştur. Ölüme Yakın Deneyim terimi ilk olarak Amerikalı araştırmacı hekim Dr.Raymond Moody tarafından ortaya atılmış ve Dr. Raymond Moody ve Dr. Elisabeth Kubler Ross, bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları ve hastane raporları üzerinde çalışmıştır. Sundukları çalışmalarda; ölü teşhisi konulan kişilerin tekrar yaşama döndükleri süreç içerisinde odada dolaşarak yaşananları birebir hatırladıklarını (hemşire ve doktorlar arasındaki konuşmalar, yapılan müdahaleler), hatta sadece kendilerine müdahale yapılan odayı değil, diğer odalarda yaşanan olaylardan da bahsetmişlerdir. Bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları hastane çalışanları tarafından doğrulanmıştır. Bu konuda Amerika ve İngiltere'de yapılan çalışmalarda da  ortalama %11-%23 arası bu deneyimi tecrübe eden insanlara rastlanmıştır. Bu açıdan baktığımızda her beş insandan birinin bu deneyimi yaşaması hiçte azımsanmayacak bir orandır. Bu konuda araştırma yapan bilim insanı Dr. Karlis Osis genel olarak ölüme yakın deneyimleri üç aşama altında incelemektedir.


ışığa yolculuk

   Ölüme yakın deneyimlerin ilk aşaması ruhun bedeni ilk terkederken hissettiği  ve hafiflik hissinin oluştuğu aşamadır. Bu aşamayı tecrübe eden insanların birçoğu ruhun bedenden ayrı olarak hareket ettiğini, hareketsiz duran bedenlerine yukarıdan baktıklarını, gökyüzüne doğru yükseldiklerini, bunun yanında mutlu, huzurlu ve sakin hissettiklerini belirtirler. Bu seviyenin bir diğer önemli ortak noktası deneyimcinin kendini fazlasıyla hafif hissetmesidir. Yine bu aşamada  çocukluktan itibaren hayatından karelerin bir film şeridi gibi izlenmesi en sık karşılaşılan durumlardır. Zaten bizim toplumumuzda da son anda ölümden kurtulan birçok insan 'hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geçti' tabirini kullanmaktadır. Bu seviyede ortaya çıkan bir diğer deneyim ise, yaptıkları hatalardan oluşan pişmanlık hissi ile ortaya çıkan affedilme isteğidir.

  ...Babama söyledim kendimi kötü hissediyordum ve oturmaya ihtiyacım vardı. Sonra onun kolları arasında bayılarak düştüm. Hava geçirmez bir aleti yüzüme yapıştırdılar. Alet vücudumdaki oksijeni kuvvetlice çekti. Zaten birkaç dakikadır nefes almıyordum. Hatırladığım ilk şey sol tarafımda bir kadının 'nabzı durdu...nabzı durdu' deyişiydi. O kadına döndüm ve şu an konuştuğum gibi 'elbette nabızımı duyabilirsin yoksa şuan nasıl konuşabiliyorum' dedim ancak kadın beni duymuyordu. Daha sonra yukarıdan bana müdahale ettiklerini gördüm. Bu tüyler ürperticiydi....(Kimberly Clark Sharp, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden )


ruh tüneli

   Ölüme yakın deneyimlerin ikinci aşaması ruhun bedeni terk ettikten sonra  farklı bir boyuta geçtiği aşamadır. Bu aşama ölüme yakın deneyimlerde en mistik olayların yaşandığı kısımdır. Bu seviyeyi tecrübe eden kişilerin büyük çoğunluğu, bir ışık gördüklerini ve bu ışığın içinde oluşan bir tünelde ilerlediklerinden bahsederler. Farklı bir aleme geçiş olan bu seviyede deneyimciler, değişik renklerdeki yoğun ışık bulunan bir yolda ilerlediklerini bu yolculuk sırasında yakınlarını, melekler ve peygamberleri gördüklerini belirtmişlerdir. Bu aşama sırasında deneyimcileri etkisi altına alan his ise, içlerini kaplayan sevgi ve sevgiye ulaşma dürtüsüdür. Tünelin sonunda ruhani varlıklarla konuştuğunu iddia edenlerin birçoğu, kendilerine daha zamanlarının gelmediğinin söylendiğini yada işaret edildiğini belirtmişlerdir. Bazı deneyimciler ise, o an yaşadıkları yoğun sevgi hissi nedeniyle tekrar dünyaya dönmek istemediklerini, ancak bunu başaramadıklarını söylemektedirler.

ışık ve tünel

  ...Altımda bir ışık patladı. Milyonlarca ışık güneşten daha parlak...Bu benim kelime hazinemi zorluyor. Onu ışıktı işte diye tanımlayamam. Daha sonra sağ tarafımda pencere gibi bir delik oluştu. Sanki o pencereden girersem bir daha dönüşü olmayacaktı. O benim sınırımdı. Tam ok gibi uçarak pencereden geçmek üzereydim ki bir anda 'bekle' diye bir ses duydum. Diğer tarafa baktığımda karşıma bir yığın insan portresi çıktı ve altlarında isimleri yazılıydı. Bunların hiçbirisini tanımıyordum o an 'Yaşamayı seçersen bunlar hayatına girecek kişilerdir' diye bir ses duydum ya da hissettim. (Kimberly Clark Sharp)

  ...Sanki güneş batarken denizin üzerine bıraktığı ışık oyunları üzerinde uçuyordum. O kadar enfes bir histi ki okyanusun üstünde pike yapan bir hareket hissi vardı. Güneş büyüdükçe büyüdü ve güneşe doğru girdiğimi farkettim. Sonra güneşin içindeydim ve bu varlık sanki bir ebeveyn gibiydi. Sanki bana sarılıyordu. Sanki bir bebekmişim gibi beni seviyordu. O kadar güzel bir histi ki... Ben bu ebeveyni çok sevmiştim. Aslında hiçbir şey görmemiş ve işitmemiştim. Sadece yoğun parlak ışık, sıcaklık ve sevgiydi. Biz sadece sevgiydik...(Lousia Peck, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden)
      
hayata dönme

    Ölüme yakın deneyimlerin son aşaması ise, ruhun bedene geri döndüğü aşamadır. Bu aşamada, kişi ikinci seviyede gittiği boyut ya da alemden tekrar dünyaya döndüğünü ve fiziksel bedeninde tekrar hayat bulduğunu belirtmektedir. Bu tecrübeyi yaşayan birçok kişi buna bir yeniden doğuş ya da ikinci şans gözüyle bakar. Bu durumu tecrübe etmiş insanların büyük çoğunluğunda maddi hayat önemini yitirmekte ve manevi hayatın önemi artmaktadır. Bu deneyim kişilerin hayatlarına bakış açılarını tamamıyla değiştirmektedir. Kimileri tamamen yalnız kalmayı ve inzivaya çekilmeyi tercih ederken, kimileri ise kendisine bir misyon verildiği inancıyla bu yaşadıklarını bütün insanlara anlatmaya ve onların hayata bakış açılarını değiştirmeye çalışırlar. 

   ....ve bütün arı sokmalarını teker teker hissettim. Yanma hissini, şişmeleri...Herşeyi misliyle teker teker hissediyordum. Mükemmel değildim. Benliğim ve nefsim bunun farkına vardıkça ikisi de o alemde ağırlık kazandılar ve ben alçaldım alçaldım alçaldım dünyaya kadar ve vücudumun titreşimine geri döndüm.... Biz ölümden dönenler için üzerimizde bir sorumluluk taşıyoruz. İnsanlara söylememiz lazım. Bizler ölmüyoruz başka bir yere geçiyoruz. Eğer kelimelerle ifade edebilseydim güzel güzel güzel güzel bir olay....  (Ölüme yakın deneyiminde küçüklükte arılar ile ilgili bir anısını gören deneyimci Roland A.Webb, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden ) 


agmatin ve ketamin

   Materyalist görüşe sahip ve ruhsal tecrübelere inanmayan bilim adamları, ölüme yakın deneyimleri genellikle; vücudun oksijen eksikliği ve kan basıncının azalması, korkunun artması gibi tehdit edici durumlara bedenin bir anda maruz kalmasıyla verdiği kimyasal tepkiler olarak bakarlar. Onlara göre, beyin böyle durumlarda heyecan ve korkunun artmasıyla glutamat salgılar. Normalde beyin hücreleri için toksin görevi gören bu hormonun nüfuz etmesinin engellenmesi için, beyin glutamatın bağlandığı reseptörleri kapatır ve diğer hormonların salınımına hız verir. Salgılanan bu hormonlardan en etkilisi ise, şizofreni ile ilişkilendirilen agmantin ve ketamindir. Bu hormonların  salgılanmasıyla beyinde birçok  psikotik belirtilerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu görüşü savunan bilim adamları bu belirtiler sonucunda oluşan halüsinasyonların ölüme yakın deneyimler olduğunu savunurlar. 

   Diğer taraftan, doğum ve ölüm anında en yüksek seviyeye çıkan ve epifiz bezinin çalışmasını sağlayan melotonin hormununun bu halüsunasyonlara sebep olduğunu iddia eden bilim insanları bulunmaktadır. Sinir bilimci araştırmacılar Olaf Blanke ve Sebastian Dieguez iki tip ölüme yakın deneyim olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar, ölüm deneyimi sırasında görülen şeyleri beyinin sol ve sağ yarım küresiyle ilişkilendirmişlerdir. Beynin sol yarımı ile ilişkilendirilen birinci tipte deneyimcilerin farklı zaman algısı ve uçma hissine kapıldıkları, sağ yarımı ile ilişkilendirilen ikinci tipte ise ruhlarla konuşma, imge ve semboller görme ile müzik duyma gibi tecrübeler yaşadıklarını belirtmişlerdir. Yine ünlü araştırmacı Carl Sagan ölüm stresinin doğumun anımsanmasına yol açtığını, bu deneyimi yaşayanların gördüğü tünelin 'doğum kanalının yeniden bir canlandırması' olabileceğini savunmuştur.


ruhun bakısı

  Ölüme yakın deneyimleri dini açıdan değerlendiren araştırmacılar, yaşanılan tecrübeleri ölümden sonraki hayatın bir ispatı olarak görürler. Yaşadığı bu tecrübede birçok insan Tanrı'yı, peygamberleri, melekleri gördüklerini ve onlarla konuştuklarını iddia etmişlerdir. Yine önceki yaşamında ateist olan bazı deneyimciler bu tecrübeyi yaşadıktan sonra Tanrı'nın varlığına inadıklarını belirtmişlerdir. Bu olguyu yaşayan insanların birçoğu, bunu Tanrı tarafından bahşedilen ikinci bir hayat ve şans olarak görürler. Bu deneyimler ile ilgili ortaya atılan bir diğer iddia ise, yaşayanların ilerleyen süreçte bazı psişik yeteneklere sahip olduklarıdır. Bu deneyimi yaşayan insanlara hayatlarında neler değiştikleri sorulduğunda birçoğu, olacak olayları önceden hissettiklerini belirtmişlerdir. Bunun yanında bu tecrübe sayesinde birçok insan ölüm korkusunu yendiğini, hayatının anlamının onlar için değiştiğini ve insanlara eskisine göre daha fazla sevgi ve hoşgörüyle baktıklarını belirtmişlerdir. Sonuç olarak, sayısız örneğine tanıklık ettiğimiz ölüme yakın deneyimler, ister bilinçaltımızın bir oyunu, ister ölüm sonrası hayat gerçeğinin bir yansıması olsun insanların yaşamlarında derin izler bırakan en büyük gizemlerden birisidir. 


6 Comments:

 Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş k...

GÖK BİLİMCİ KABİLE: DOGONLAR

5/23/2019 2 Comments


dogon ve astronomi

 Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş kültürel öğeleriyle hayatlarını devam ettirmektedir. Dışarıdan tamamen ilkel görülen, teknolojiye kapalı olarak toprak anayla iç içe yaşamlarını sürdüren bu toplulukların, araştırmacılar tarafından incelenmeye başlanmasıyla insanları hayrete düşürecek birçok üstün meziyete sahip oldukları anlaşılmıştır.  Rüyalarına hükmeden Senoilerden, ruhsal gelişmişlikte üst seviyelerde olan Şamanlardan, çöl insanları olan anaerkil toplum Tuareglerden ve dağların efendileri Kalaşlardan önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Batı Afrika ülkesi olan Mali'de yaşayan Dogonlar ise, günümüz teknolojisiyle ancak keşfedilebilmiş olan uzay bilimi hakkında, M.Ö 3200 yıllarına kadar uzanan bilgi birikimleriyle  bilim insanlarını hayrete düşüren eşsiz bir topluluktur. Peki atalarının 8.6 km ışık yolu uzaktaki Sirius yıldız grubundan gelen uzaylılar tarafından eğitildiğini iddia eden Dogonların  modern dünya insanlarını bu denli etkilemesinin sebepleri nelerdir?

   DOGON KÜLTÜRÜ VE SOSYAL YAŞAM

dogon adetleri

  Evlerini dik yamaçlara inşa ettikleri için uçurum insanları olarak adlandırılan Dogonlar, yaklaşık 250 bine ulaşan nüfuslarıyla Mali nüfusunun %4'ünü oluşturmaktadır. Bölgede bulunan Telemlere galip gelen Dogonlar, 13'üncü yüzyıl itibariyle günümüzde bulundukları bölgeye yerleşmişlerdir. Nijer Kongo dilini konuşan bu topluluk tarım ve hayvancılığın yanında, mükemmel ağaç işçilikleriyle geçimlerini sağlamaktadırlar. Geçmişten günümüze korudukları kültürel miraslarının temelinde yer alan semboller, Antik Mısırdan kalan tablet çizimleriyle benzerlik göstermektedir. Atalarının aminist inançlarına sıkı sıkıya bağlı olan Dogonlar, zaman içerisinde hem müslümanlık hem hristiyanlıkla tanışmışlardır. Dini ritüellerinde ayaklarına bağladıkları uzun tahtalar ve maskeleri oldukça dikkat çekicidir. Aynı köylerde hristiyan, müslüman ve aministler huzur içinde yaşamaktadır. Dinde zorlamanın olmadığı Dogonlarda, yaşlılardan seçilen bir ruhani lider bulunmaktadır. Dogonlarda 8-12 yaş arası erkek çocukların yanısıra, 6-8 yaş arasındaki kızlarda sünnet edilmektedir.

dogon mimarisi

   Üç çocuk getirmeyen bir kadının dini ritüellere katılamadığı bu toplulukta erkek üstünlüğü söz konusudur. Ancak yetiştirdikleri ürünlerin satışında ve günlük işlerin idamesinde yük kadının üstündedir. Yalnızca yaşlı insanlara cenaze merasimi yapılan kabilede; ölümlerin üçüncü yılında yaptıkları dama isimli törenle ruhun yeni bir bedene geçmesi (reenkarnasyon) amaçlanmakta ve ölüler kutsal saydıkları mağaralara gömülmektedir. Avcılığın önemli bir yer tuttuğu Dogonlarda, hayvanlar öldürülmeden önce onlara olan özürlerini dile getirmek amacıyla şarkılar söylenmektedir ve kimi hayvanların avlanması kutsal sayıldığı için yasaktır. Hastalarına genellikle doğadan hazırladıkları karışımlarla şifa bulmaya çalışırlar. 1931 yılında Fransız antropologlar Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen, Dogonlar’ı ayrıntılı olarak araştırmaya karar vermiş ve 21 yıl boyunca onlarla aynı ortamı paylaşmışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır. Bu keşiflerin en sıradışı olanları ise, onların sahip olduğu astronomi bilgisidir...

    DOGONLAR ve ASTRONOMİ

kum havuzları

   Dogonların gizemini daha iyi anlamak için mitolojilerini incelemek gerekir. Dogon mitolojisi Sirius yıldız sistemi (şeklinden dolayı köpekyıldızı olarak da adlandırılmaktadır) ve onun çevresinde bulunan gezegen ve yıldızlara dayanmaktadır.  Dogon mitolojisinde; Sirius yıldız sisteminde yaşayan, Nommolar olarak isimlendirilen, hem karada hem denizde yaşabilen varlıkların insanları uygarlaştırmak için yeryüzüne indiğine inanılır. Dogonlar, bu varlıkların Dogon rahiplerine uzayın sırlarını öğrettiklerini (yaklaşık 250 bin yıl önce) ve bunun nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar ulaştığını iddia etmektedirler. Ayrıca Nommoların babası olan Amma'nın dünyanın ve insanoğlunun yaratıcısı ve mutlak hakimi olduğuna  inanılmaktadır. Onlara göre insanlığın varoluşu, Samanyolu galaksisi ile Sirius yıldız sisteminin etkileşimi (evlenmesi) sonucunda meydana gelmiştir. Dogonlar, Nommoların birgün tekrar yeryüzüne ineceğine inanmaktadırlar. Yazıtlarında yer alan “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak” ifadesi bu inanışı desteklemektedir. Amerikalı bilim insanı Robert Temple geçmişe ait sembolleri incelediğinde, Nommo uzay gemisinin dönerek yere inişini anlatan çizimler tespit ettiğini belirtmiştir. Özellikle çizimlerde çok fazla sayıda Nommon gemisi tasvirleri bulunmaktadır. İşte Dogonların astronomi bilgilerini inceleyen araştırmacıların tespit ettiği, günümüzde çok gelişmiş teleskoplar ve uzay araçları yardımıyla ancak öğrenilebilen o sıradışı gerçekler;

dogon ve evren

   Dogonlar, binlerce yıllık geçmişe dayanan çizimlerinde dünyanın yuvarlak olduğunu, ayın dünya, dünyanın güneş etrafında döndüğünü, samanyolu galaksisini ve ayda bulunan kraterleri resmetmişlerdir. İlk defa ünlü gökbilimci Galileo tarafından ortaya konulan tespitlerin birçoğunun Dogonların ataları tarafından çizimlerine yansıtılması büyük şaşkınlık yaratmıştır. Dogonların sahip olduğu bir diğer ilginç bilgi ise, Jupiter'in 4 uydusundan ve Satürn'ün ancak teleskopla görülen halkalarından haberdar olmalarıdır. 

sirius A B C

  Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius'un yanında çıplak gözle görülemeyen ve kendilerinin Potolo olarak adlandırdıkları sönük  bir yıldızın daha olduğunu ve Sirius yıldızının çevresindeki dönüşünü 50 yılda tamamladığını  belirtmişlerdir.  Dogonlar bu sönük yıldızın dünyada bulunan bütün maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğunu ve çok yoğun bir birleşim içerdiğini belirtmişlerdir. Dogonlardan habersiz bir şekilde araştırmalar yapan gökbilimci Alvan Graham Clarck, 1862 yılında Dogonların bahsettiği bu sönük yıldızı keşfetmiş ve Sirius B olarak isimlendirmiştir. 1920 yılına gelindiğinde ise gökbilimciler,  Sirius B yıldızının soluk ancak yoğun kütleye sahip bir cüce yıldız olduğunu tespit etmişlerdir. Yapılan araştırmalar bu yıldızın tıpkı Dogonların bahsettiği gibi yogun ve  dünyadaki maddelerden çok daha ağır bir maddeden oluştuğunu ıspatlamıştır. (Bu yıldızdan alınacak bir kaşık maddenin 5 ton ağırlığında olabilecek kadar yoğun olması). Ayrıca Sirius B yıldızı Dogon mitolojisinde ölünce ruhların göç ettiği yer olarak bilinmektedir.

  Dogonlar araştırmacılara Sirius sisteminde Emma Ya adını verdikleri ve kendilerine bu bilgileri aktaran Nommoların gezegeni olduklarını iddia ettikleri üçüncü bir yıldızdan bahsetmişlerdir. Ayrıca, bu yıldızın Sirius B yıldızından 4 kat hafif olduğunu, Sirius sisteminin etrafında daha geniş bir yörünge çizdiklerini ve  bir uydusu olduğunu belirtmişlerdir. Bilim insanları ise, bu yıldızı 1995 yılında keşfetmiş ve Sirius C adını vermişlerdir. Sirius C'nin tıpkı Dogonların belirttiği şekilde Sirius B'ye göre daha geniş bir yörünge çizdiğinin tespit edilmesi büyük şaşkınlık yaratmıştır.

din ve mitolojide Sirius

   Sirius yıldızı ile ilgili bir diğer önemli nokta, sadece Dogon mitolojisinde değil diger din ve inanç sistemlerinde de önemli bir yere sahip olmasıdır. Kuran-ı Kerim'de güneşten sonra tek bahsedilen yıldız Sirius yıldızıdır. Necm suresi 49'uncu ayette 'Doğrusu Şira yıldızının Rabbi O'dur' şeklinde bahsedilmektedir. Hristiyanlıkta bazı kabala bilginleri Hz. İsa'nın doğumu ile gökte beliren yıldızın, en parlak yıldız olan Sirius yıldızı ile en parlak gezegen olan Jupiter'in birleşmesiyle oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Yine eski Çin metinlerinde Sirius yıldızı büyük ayı takım yıldızı ile hareket eden bir yıldız olarak tasvir edilmiştir. Olumlu ve olumsuz enerjinin Güneş ile beraber Sirius yıldızından kaynaklandığı belirtilmiştir. 1909 yılında ise, gökbilimci Ejnar Hertzsprung Sirius yıldızının Çin metinlerinde belirtildiği şekilde büyük ayı takım yıldızıyla birlikte hareket ettiğini iddia etmiştir.

gelecegin sırları

  Hiçbir gelişimden haberleri olmayan, çadır ve kerpiç evlerde yaşayan, teknolojik hiçbir aygıttan yararlanmayan bu kabilenin Sirius yıldız sistemi ve çevresi hakkında verdiği bilgiler araştırmacıları hayretler içinde bırakmıştır. Ünlü Arkeolog Eric Von Daniken bu durumu; dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret etmesinin kesin bir kanıtı olarak görmüştür. Birçok araştırmacı, kendileriyle görüşmeye sıcak bakmayan Dogon rahiplerinin tüm bildiklerini açıklamadıklarını aslında bu ilkel kabilenin uzayın sırları hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oldukları konusunda hemfikirlerdir. Bazı araştırmacılar ise, işi daha ileri götürerek Dogon sembollerinin incelendiğinde uzay bilimi konusundaki gerçeklerin yanı sıra, DNA ve atomun yapısı, kuantum fiziği ve sicim teorisine kadar birçok bilginin resmedildiğini iddia etmektedirler. Ünlü bilim insanı olan Stephen Hawking kuantum fiziği kapsamında 200'den fazla temel parçacığın olduğunu belirtip tam bir sayı verememişken, Dogon rahipleri 266 temel parçacık olduğunu araştırmacılara net bir biçimde belirtmiştir. Sonuç olarak, Dogon  topluluğu fazlasıyla ilkel yaşamlarına rağmen, sahip olduğu bilgelikle insanları hayrete düşüren eşsiz bir toplumdur. Belki de, bu toplulukla olan ilişkilerin kuvvetlendirilmesi evrenin sırlarını çözme noktasında insanlığa büyük yararlar sağlayabilir.

2 Comments:

  İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam...

KALP GÖZÜMÜZ: EPİFİZ BEZİ

5/16/2019 3 Comments

bezelye tanesi büyüklüğünde


  İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam kozasına benzeyen epifiz bezi, gerek tarihsel kaynak ve sembollerde gerek bilimin gelişmesine paralel olarak ortaya konulan çalışmalarda insan bedeninin en gizemli organı olarak görülmektedir. Beynin birçok gizeminden biri olan epifiz bezini diğer organlardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi ise, gözdeki retina, mercek ve renk alıcıları gibi dokulara sahip olması ve tamamen kapalı bir ortamda olmasına rağmen gözümüz gibi ışık kaynaklarını algılamasıdır. Bu kadar küçük ve önemsiz görülmesine rağmen böbrekten sonra en fazla kanın pompalandığı organ olan epifiz bezi, simetrik şekilde ikiye bölünmüş ve herşeyden iki tane olan beynimizde eşi olmayan tek organdır. Peki antik çağlardan günümüze kadar önemi artarak devam eden ve kalp gözümüz olduğu iddia edilen bu organın ardındaki sır perdesi nedir?


epifiz bezinin tarihi

 İnsanoğlunun epifiz bezinin önemini idrak edişi, antik çağlara kadar dayanmaktadır. Budanın kalpağında, Mısır, Asur  ve Sümer duvar resimlerinde, Antik Yunan'dan günümüze ulaşan eserlerde, Papa'nın asasında, Güney Amerika yerlilerinde ve Hintlilerin dini ritüellerinde çam kozası şeklinde tasvir edilmiştir. Günümüzde de Hindular ile Şamanizm inancına sahip bozkır insanları 3. göz ve sezginin gözü  olarak isimlendirdikleri epifiz bezini alınlarının ortasında oluşturdukları kırmızı noktalarla sembolize etmektedirler. M.Ö 4'ncü yüzyılda yaşamış olan Mısırlı Herolifos epifiz bezine düşünce akımını besleyen salgı bezi olarak nitelendirmiştir. Yine Antik Roma'da ünlü bir hekim olan Bergamalı  Galen epifiz bezinin düşünceleri düzenleyen organ olduğunu belirtmiştir.


epifizin nimetleri

   Ünlü filozof Descartes ise, epifiz bezini gördüklerimizi yorumlayan ve ruhun bedene temas ettiği organ olarak tasvir etmiştir. Antik çağlarda epifiz bezinin etkin şekilde kullanıldığı dönemlerde bir pinpon topu büyüklüğünde olduğu, teknolojinin gelişmelerin neden olduğu insanların spiritüel seviyelerindeki  düşüşe paralel olarak bir bezelye tanesi boyutuna kadar küçüldüğü belirtilmektedir. Yakın bir tarihe kadar ise bilim insanları epifiz bezinin evrim sonucu insan vücüdunda körelmiş ve işe yaramayan bir organ olarak adlandırmaktaydılar. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ile özellikle belli evrelerde (uyku, rüya) epifiz bezinin büyüdüğünü ve ışık kaynaklarına gözümüz gibi  farklı tepkiler verdiği ıspatlanmıştır. Çıkarılıp incelendiğinde gözdeki retina, mercek ve renk reseptörlerine benzer dokulara sahip olduğunun tespit edilmesiyle birçok bilim cevresi tarafından 3. göz olarak adlandırılmıştır. Salgıladığı hormonlar ortaya çıktığında ise, ne kadar önemli bir organ olduğu daha net anlaşılmıştır. Gelin bu hormonların neler olduğuna bir bakalım.


uykuya etkileri

  Öncelikle epifiz bezi, insan vücudu için önemli olan üç hormonu salgılamaktadır. Bunlardan birincisi, gündüz ve gece düzenimizi kontrol eden ve karanlıkta salgıladığımız melatonin hormonudur. Melatonin hormonunun en önemli özelliği, insanları hastalıklardan korumasıdır. Yapılan araştırmalarda çok ışıklı ortamlarda çalışan insanların hastalıklara ve özellikle kansere yakalanma riskinin daha fazla olduğu ispatlanmıştır. Bu durumu destekleyen bir diğer araştırma ise görme engellilerin kansere yaklanma riskinin yok denecek kadar az olmasıdır. Epifiz bezinin salgıladığı ikinci önemli hormon serotonindir. Mutluluk hormonu olarak da bilinen serotonin insanın mutlu, canlı ve zinde olmasını sağlayan hormondur. Serotoninin eksikliğinde sıkılgan, yorgun ve depresif ruh hali görülür. Bunun sonucu olarak da anksiyeti bozukluğu, depresyon, panik atak ve şizofreni gibi birçok önemli hastalık ortaya çıkar. 


DMT'in etkileri

   Epifiz bezinin salgıladığı son hormon ise ruh molekülü olarak da bilinen DMT'dir. Doğum ve ölüm anında en üst seviyede salgılanan bu hormon normal yaşamımızda ise, uykumuzda salgılanmaktadır. Özellikle rüya gördüğümüz rem safhasında DMT hormonu salgılanması artmaktadır. DMT hormonunun en önemli özelliklerinden biri de, sadece insanlarda değil tüm hayvanlarda hatta bazı bitkilerde de bulunmasıdır. Geçmişten günümüze bazı bitkilerde yoğun  DMT'in olduğunu bilinçli ya da tesadüfi olarak keşfeden insanlar ruhlarını keşfetme noktasında bu bitkilerden yararlanmışlardır. Vücutlarına DMT yüklemesi yapan insanlar asıl gerçekliği bu aşamadan sonra gördüklerini iddia ederler. 



   Kızıldereliler ve Amazon kabileleri yüzyıllardır belli ritüeller eşliğinde, içinde fazlasıyla DMT bulunan  Ayahuasca çayını(kargı kamışı ve uzerlik tohumu karışımı) tüketmektedirler. Bu çayı içmelerinden kısa bir süre sonra bir ışık süzmesi gördüklerini, bu ışık süzmesinden geçerek diğer alemlere geçiş yaptıklarını; bu yolculuk süresince renklerin hiç olmadığı kadar canlı, kendilerini de yüklerinden arınmış olarak olabildiğince hafif olduklarını belirtmişlerdir. Bu deneyimi yaşayanların çoğunluğunda görülen şey ise, kendilerini evrenin bir parçası olarak hissetmeleridir. DMT'in çok fazla miktarda bulunduğu üzerlik tohumundan Mevlana'nın eserlerinde de bahsedilmektedir. Mevlana bir sözünde 'Uzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü' demiştir. Sufilerin ibadet etmeden önce üzerlik tohumu içmeleri, kargı kamışından yaptıkları neylere üflemeleri ve vahdet inancına sıkı sıkıya bağlı olmaları Güney Amerika yerlilerinin tecrübeleriyle benzerlik göstermektedir. Yine Hz.İsa'nın 'Karanlıkta oturanlar gerçek ışığı görürler' ifadesi epifiz bezinin fonksiyonuyla birebir örtüşmektedir.

dmt kolaylaştırıcı yöntem

  Tarih boyunca birçok insan DMT bulunan bitkileri yemek dışında da bazı yöntemler geliştirerek epifiz bezinin verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Birçok din alimi, budist rahipler ve şamanlar melotonin ve DMT salgılanmasını kolaylaştıran karanlık mağara ve ortamlarda kalmış, uzun süre insanlardan uzak ve hayatlarını devam ettirecek kadar az besin tüketerek transa geçmelerini kolaylaştırmışlardır. Çünkü tıka basa dolu midenin epifiz bezinin çalışmasını olumsuz yönde etkilediği ve insanların sahip olduğu kötü özelliklerin (kıskanclık, haset, dedikodu, bencillik) bu manevi yolculukta bir blokaj etkisinin olduğu düşünülmektedir. Yine cinsel dürtülerin epifiz bezinin çalışmasına ve büyümesine engel olduğu bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde epifiz bezinin en düşük seviyelerine ulaştığı tespit edilmiştir. Geçmişten günümüze birçok din aliminin evlilikten uzak durması ve cinselliği hayatlarından çıkarmaları epifiz bezinin sağladığı ruhani yolculuğun üzerilerinde bıraktığı etkiden kaynaklanmaktadır. Günümüz insanlarının bu denli ışığa maruz kalması, cinselliğe bu kadar kolay ulaşmaları ve sürekli diğer insanlarla iç içe yaşamaları epifiz bezinin kullanılması önünde büyük engeller teşkil etmektedir.  


iyileştirici
Şifacı bir Şaman Kadın
  Epifiz bezini etkin şekilde kullanmaya başlayan insanlarda zeka ve algılama seviyelerindeki yükselmeye paralel olarak, bilinç ve bilinçaltının mucizelerini etkin şekilde kullandıkları iddia edilmektedir. Ruhsal olarak sağladığı gelişimlerin yanında, epifiz bezi uyanışı ile  birçok ağır hastalığın çok kolay şekilde atlatılabileceği iddia edilmektedir. Kimi araştırmacılar buna bilinçaltımızın sahip olduğu ancak bizim kullanamadığımız birçok mucizeden biri olduğunu savunurlar. Ayrıca bu insanlar sadece kendilerinin değil çevrelerindeki insanların sıkıntılarını ve hastalıklarını iyileştirmede şifacı bir rol üstlenirler. Her ne kadar bu konu kimi şarlatanlar tarafından suistimal edilse de, gerek Anadolunun ocakcı anaları, gerek insan eli değmemiş uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan şamanlar ile şifacıları elleriyle dokunmak suretiyle veya yaptıkları dualarla günümüz de dahil birçok insana derman olabilmektedir.


epifiz bezinin beyin dalgalrına etkisi

   Epifiz bezi uyanmış bir insan, diğer insanlara göre daha sakin ve dingin bir hayat yaşar. Çünkü uyanık bir epifiz bezinin beyin frekansları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Normalde insanlar günlük yaşamlarındaki işlerde (gülmek, ağlamak, konuşmak) beta frekans dalgasını kullanırlar. İnsanların yarı ölüm olarak nitelendirilen uyku moduna geçtiklerinde ise beyin alfa frekansında dalgalar yayarlar. Uyku modunda alfa frekansında dalgalar yayan beynimiz rüya görmeye başladığımız rem safhasına geçtiği zaman ise, en mistik moduna geçerek teta frekansında dalgalar yaymaya başlar. Epifiz bezi uyanmış insanlar bu noktada günlük yaşamlarında alfa frekansında yaşarlar. Bu onların daha sakin, kavgadan uzak ve yaratıcı fikirler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu frekansta yaşayan insanlar pozitif bir bakış açısına sahip oldukları için çevresindeki insanlar üzerinde de olumlu etkiler bırakırlar. Epifiz bezini aktif edebilen insanların takıntılarından ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtuldukları, problemleri çözmek noktasında başarılı oldukları, empati yetenekleri ile duyarlılıklarının arttığı gözlenmiştir. İnsanların sahip olduğu ancak haberdar olmadığı birçok farklı psişik yeteneğinin olduğu ve bu uyanışla beraber bu yeteneklerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yine, epifiz bezini aktif eden insanlar gördükleri rüyaların çok daha canlı olduğunu ayrıca gün içinde transa geçerek farklı alemlere gidebildiklerini belirtmişlerdir.


farklı alemleri gören çocuklar

    Epifiz beziyle ilgili ortaya konulan ve dikkat çeken bir diğer önemli teori ise, epifiz bezinin uyanışının, insan hayatı boyunca en üst seviyelere çocukluk dönemlerinde (3-5 yaş arası) ulaşabildiği savıdır. Bu yaşlardaki çocukların yetişkinlerden daha ileri seviyelerde bilinç düzeyine sahip oldukları ve daha sezgisel davrandıkları iddia edilmektedir.  3'ncü gözlerinin açık olması sebebiyle bazı psişik güçlere sahip olduğuna inanılır. Örneğin bu yaşlardaki çocukların sezgilerinin etkisiyle kötü insanları yetişkinlerden daha iyi ayırt ettikleri düşünülmektedir. Yine bu çocukların ebeveynlerinin göremedikleri hayali arkadaşlarıyla konuştuklarına dair birçok psikolojik vaka bulunmaktadır. Ayrıca, televizyonlardaki sihirbazlık programlarında metal cisimlerin güç kullanmadan eğildiğini ve hareket ettirildiğini gören birçok çocuğun evlerinde bunları yapabilmesi bu teoriyi destekler niteliktedir.  Hz. İsa'nın havarilerine 'Bir kez daha küçük çocuk olmadıkça, cennetin krallığına yeniden giremezsiniz' sözü çocuklarda yaşanan ruhsal gelişmişlik seviyesinin bir göstergesidir. 7 yaşından itibaren epifiz bezinin bu etkinliğinin düşmeye başladığı ve ergenlikle beraber cinselliğin çocuğun hayatında yer etmesiyle en alt seviyelere indiği varsayılmaktadır. Kundalini uyanışı adı verilen bir yoga biçimi çocuklukta sahip olduğumuz spirutüel gelişmişlik seviyesine tekrar ulaşmamızı amaçlamakta ve dünya üzerinde büyük rağbet görmektedir.


bilinçaltının gücü

   Sonuç olarak, birçok bilim insanı ve araştırmacı epifiz bezinin aktive edilmesi ve doğru kullanılmasıyla insanların bazı üstün özelliklere sahip olacağına ve ruhsal yönden üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Bu durumu daha da ileri götüren kimi araştırmacılar, epifiz bezinin uyandırılmasıyla insanların kolaylıkla telepati yaparak iletişime geçebileceğini ve zamanda yolculuk yapabileceğini iddia etmektedirler. Yetişkinler olarak hayatın zorluklarıyla yüzleştiğimiz yaşam yolculuğumuzda üstün ruhsal gelişmişlik seviyesine sahip olduğumuz çocukluğumuzla bağ kurabilirsek ve epifiz bezimizi tekrar uyandırabilirsek  zorlu hayat mücadelemizi basit bir çocuk oyununa çevirebiliriz. Dünya üzerinde birçok insanın mutsuz olduğu düşünüldüğünde, sınırlarımızı zorlayarak Tanrı'nın bize bahşettiği ancak farkında olmadığımız mucizeleri keşfetmek hayatımızı tamamiyle değiştirecektir. Epifiz bezinin aktive edilmesiyle ilgili yapılması gereken birçok husustan bahsedilse de, hepsinden önemlisi bu süreci başarabileceğine inanmaktan geçer. Ne kadar çok yöntem ve çalışma yapsak da, beynimizdeki blokajları kaldırmadığımız sürece başarısız olmamız kaçınılmazdır.

    Son olarak da hastane ortamında DMT yüklemesi yapılan gönüllü bir deneğin yaşadığı tecrübeyi kendi sözlerinden dinleyelim;

 “Bedenimi geride bırakarak,  dna’larımın içinden geçerek evrene doğru yol aldım. Tam bu anda beyaz ışığı fark ettim ve içine girdim. İçine girer girmez,kendimi bu ışığın bir parçası olarak hissettim  o an ne yapıyor olduğum, geçmişim ve gelecek hissim kaybolmuştu. Bu o kadar keyifli ve haz vericiydi ki, hissettiğim şey anlatılamaz, bu ben değildim, ben aslında her şeydim. Işık olmuştum artık, ışığın ta kendisiydim, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık geçmiş, gelecek tüm hislerim yoktu artık. Sadece beyaz ve sarı olan ışığa odaklandım. Daha sonra bu ışıktan aşağı düşüyor olduğumu tüm benliğimle hissettim. lşığın dışına çıktım ve onun güneşten kopan parçalar olduğunu fark ettim. düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordum diğer tarafa geldiğimde, birdenbire evrendeydim, Büyük bir boşluk ve diğer canlılar.. benimle bu varlıklar arasında bulunan pembe ışıklı gökkuşağına dokundum ve hissettim. Siz hiç gökkuşağına dokundunuz mu? onu beyaz ışığa döndürmek istiyordum. ama bu muazzam pembe ışık, aşk enerjisi ve sevginin işareti olarak insanoğlunun sahip olduğu birşeydi ve ben onlara bunu yollamaya çalışıyordum yaşadıklarımı anlatmak için kelimeler yeterli değil.”



    

3 Comments: