İNSANLIĞIN UTANCI: RUANDA SOYKIRIMI
1890 Brüksel Konferansında, bölgede hiç Alman bulunmamasına rağmen Ruanda'nın yönetimi sömürgeci güçlerce Almanlara verilmiştir. I.Dünya Savaşına kadar Almanya idaresinde kalan Ruanda, savaş sonrası dönemde Almanya sömürgeliğinden çıkıp Belçika egemenliğine girmiştir. Belçika'nın Ruanda toplumu üzerinde yarattığı sınıfsal, ekonomik ve siyasal ayrışma, parçalı bir toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Tarih boyunca huzur içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri Belçikalılar tarafından tekrar sınıflandırılmış ve bu sınıflamaya uygun olarak farklı kimlik kartları verilmiştir. Bu ayrımı yaparken ince, narin ve güzel görünümlü olan, ekonomik şartları iyi (10 inekten fazlası olan) ve eğitimli olan bireyleri Tutsi geri kalan kesimi ise Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Bu süreçten sonra azınlığın çoğunluğu yönettiği bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Buna göre Tutsiler gerek devlet yönetiminde, gerek devlet kadrolarında en iyi mevkileri ele geçirmişlerdir. Buna karşın Hutular ise devletin bütün sosyal olanaklarından mahrum bırakılmışlardır.
II.Dünya savaşından sonra yayılan özgürlükçü akımların etkisiyle Belçika Hutular üzerindeki baskıyı azaltmıştır. Birleşmiş Milletlerin kontrolünde yapılan seçimi Hutuların milliyetçi partisi PARMEHUTU'nun kazanmasından sonraki süreçte, yılların verdiği intikam duygusuyla Tutsilere yönelik ayrımcılık ve katliamlara başlanmıştır. Bu süreçte yaşanan çatışmalarda, 100 bine yakın Tutsi katledilmiş, 200 bine yakın Tutsi komşu ülkeler olan Tanzanya ve Uganda'ya sığınmıştır. Bundan sonraki süreçte aşamalı olarak birçok Tutsi öldürülmüş ve göçe maruz bırakılmıştır. 1973'te meydana gelen darbe ile PARMEHUTU hükümeti düşürülmüş, ancak yerine gelen Juvenal Habyarimana'nın da bir Hutu milliyetçisi olması sebebiyle Tutsiler açısından bir değişiklik olmamıştır.
Ruanda Yurtseverler Cephesi |
1980'lere kadar gördükleri eziyetler ve katliamlar sebebiyle göç eden Tutsilerin çevre ülkelerdeki nüfusu 500 bini aşmıştır. Bu ülkelerde önemli konumlara gelen Tutsiler, ülkelerine tekrar dönebilmek için örgütlemiş ve Ruanda Yurtseverler Birliğini kurmuştur. Öncelikle diplomasi yoluyla anlaşmaya çalışan bu organizasyon, başarılı sağlayamayınca askeri mücadele yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, 1990 'lara kadar aşama aşama iç savaşa sürüklenen bir süreç ortaya çıkmıştır. 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşmayı tanımayan radikal Hutular'dan oluşan Interahamwe Hareketi Tutsiler'in tümüyle yokedilmesi için çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlenmiştir. Ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle silah alamayan bu gruplar, Çin'den tonlarca satır ve pala siparişi vermiştir. Bu süreçte Interahamwe'ye bağlı radyolarda 'Hamam böceklerini öldürün' anonslara yapılmaya başlanmış ve maalesef beklenen kıvılcım 6 Nisan 1994'te Ruanda Devlet Başkanının uçağının düşürülmesiyle alevlenmiştir.
6 Nisan 1994 ve sonrası süreçte radikal Hutular harekete geçmiş ve öncelikle fişledikleri insanları öldürmeye başlamıştır. Bu süreçte ABD, 11 BM askerinin öldürülmesini bahane ederek bölgeden askerlerin çekilmesini istemiş ve bu kabul edilmiştir. Artık çoğunluk olan radikal Hutular'ın azınlık olan Tutsiler üzerinde katliamı başlamıştır. Hatta o dönem Ruanda'ın ılımlı bir Hutu olan kadın Başbakanı Agathe Uyuling uçağın düşürülmesinden 1 gün sonra Ruanda ordusundaki işbirlikçiler tarafından öldürülmüştür. Yıllardır komşuluk ilişkisi içinde bulunan insanlar birbirlerini satır ve palalarla doğramaya başlamıştır. Eskiden ülkeyi terketmelerine izin verilen Tutsilerin kaçmasını engellemek amacıyla tüm sınırlar tutulmuştur. Katliamı haber alan Ruanda Yurtseverler Birliği harekete geçmiş ve başkent Kigari'ye kadar gelerek, Hutulu milislerle savaşmaya başlamıştır. Bunu bir terörist eylem olarak gören ve önceki süreçte kılını kıpırdatmayan Fransa Hutu hükümetine yardım etmeye karar vermiştir.
Bunun yanı sıra, BM katliam gerçekleştikten sonra Ruanda'da Turkuaz operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonda en büyük rolü üstlenen Fransa, Ruanda Yurtseverler Birliğinin çatışma bölgelerine girmesini engellemiş ve yaklaşık 200 bin Tutsilinin daha ölmesine seyirci kalmıştir. Kısacası Turkuaz operasyonu katliamı engellemekten çok Hutu milislerinin katliamlarını rahat bir şekilde devam etmelerine önayak olmuştur. Hutu milislerine istihbarat ve silah desteği sağlayan Fransızlar bölgeden çekildikten sonra, Ruanda Yurtseverler Birliğinin ve kalan Tutsilerin intikam almasında korkan katliamcı Hutu milisleri ve yaklaşık 2 milyon Hutu çevre ülkelere sığınmışlardır. Ruanda Yurtseverler Birliği askerleri başkent Kigaliyi ele geçirdiğinde artık herşey için çok geç olduğu anlaşılmıştır.
Tarihin en büyük soykırımlarından biri olarak görülen Ruanda Katliamının acı bilançosu tüyler ürperticidir. 100 gün süren çatışmalarda pala ve çivili sopalarla Tutsilerden ve ılımlı Hutulardan yaklaşık 800 bin insan öldürülmüş sadece 300 bin insan sağ olarak kurtulabilmiştir. Soykırımın sonunda 250 – 500 bin arası kadına tecavüz edilmiştir. Halka hizmet veren bütün kurumları işlemez hale gelmiş ve üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi tam anlamıyla toparlanamamıştır. Yine aynı dönemde baş gösteren açlık sebebiyle 1 milyona yakın köpek katledilmiştir.
Savaş sonrası süreçte sorumluların bulunup cezalandırılmasına çalışılmış
olsa da, sorumlu kişilerin fazlalığı ve katliamın meydana getirdiği etki
sebebiyle yargı sistemi işlemez hale gelmiştir. Kendi mahkemelerini kuran yerel
halk, katliamın büyüklüğü sebebiyle sadece 3'ten fazla insan öldüren kişileri
(!) yargılayabilmiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler
gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurulmuştur. Tek
elle tutulur ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu'ya
verilen 30 yıllık(?) ceza olmuştur.
Sonuç olarak, yüzbinlerce
masum insanın hayatını kaybettiği bu katliamın kazananı olmamış ve Ruanda
toplumunda bir daha asla onarılmayacak yaralar açmıştır. Ruanda katliamı,
özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan toplumlar için büyük bir ders
niteliğindedir. İnsanları ötekileştirmenin ve etnik kimlik ayrımcılığı
ile siyaset yapılmasının ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en bariz
örneğidir. Küresel güçlerin kendine menfaat sağlamayacağını düşündüğü yerlerde
insan hakları ihlallerine, katliamlara hatta soykırımlara nasıl sessiz
kaldıklarının en açık göstergesi olmuştur. Ruanda'da böyle olduğu gibi Bosna'da
da aynısı olmuş ve gelecekte de aynısı olacaktır. Ayrıca dikkat edildiğinde bu
süreçlerin öyle bir anda olmadığını, geçmişten günümüze aşama aşama geliştiğini
görmekteyiz Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde; Alevi-Sünni, Sağ-Sol ve Türk-Kürt olmak
üzere dış güçler tarafından tetiklenebilecek tehlikeli kırılma noktaları
bulunmakta olup, zaman zaman küresel güçler tarafından harekete geçirilmeye
çalışılmıştır. Bu sebeple insanların duyarlı olması ve hükümetlerin etnik, dini
ve ideolojik olmayan ve tüm halkı kucaklayan siyaset yapmaları ülkemiz
açışından en büyük zorunluluktur.
KAYNAKÇA:
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
İranlı
sanatçı Farid Farjad'ın dediği gibi 'Dünyada yüzlerce millet,dil,din,mezhep
olabilir.Ama sadece iki çeşit insan var;vicdanı olan ve vicdanı olmayan.
KAYNAKÇA:
2. Ruanda Katliamı ve
Küresel Güçler, Serhat ORAKÇI
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
0 Comments: