4/14/2019
Kelebek Etkisi, bir sitemin başlangıç verilerinde yapılan küçük değişikliklerin beklenmeyen büyük sonuçlara neden olabileceğin...
Kelebek Etkisi, bir sitemin başlangıç
verilerinde yapılan küçük değişikliklerin beklenmeyen büyük sonuçlara neden
olabileceğini öngören bir teoridir. İnsan açısından düşündüğümüzde ise; karşılaştığımız
süreçlerin ne kadar hassas dengelerle birbirine zincirleme şekilde bağlı
olduğunu, hayatımızda aldığımız küçük ve önemsiz gibi görülen kararların
ve yaptığımız seçimlerin geleceğimizi ne denli büyük etkiler bıraktığını ortaya
koyan bir olgudur. Bu değişimlerde bizim seçimlerimiz dışında
çevresel etmenlerin de çok büyük payı vardır. Küçüçük bir kar topunun büyüyerek
nasıl büyük bir çığa dönüşebileceğini, küçük bir domino taşının aşama aşama
büyüdüğünde yüzlerce kiloluk bir diğer taşı nasıl yıktığını birçoğumuz
izlemiştir. Tartışmasız insanların büyük bir bölümünün yaşamında önemli
değişikliklere neden olan küçük kelebek etkileri tecrübe edinilmiştir. İşte
keşkelerimizin en büyük sebeplerinden biri olan Kelebek Etkisi...
Kelebek etkisi
kavramı ilk olarak Amerikalı bilim adamı Edward Lorenz tarafından ortaya
konulmuştur. Meteolorog olan Edward Lorenz rüzgarın şiddeti ile ilgili hava
durumu hesaplamaları yaparken ilginç birşey farketmiştir. Bu
hesaplamalarda ilk olarak 0,506127 değerini başlangıç olarak kullanan Lorenz
işlem kolaylığı için ise, 2'nci hesaplamada 0,506 değerini kullanmıştır. Bu
fark başlangıç açısından bakıldığında çok küçük bir fark olarak
görülmesine rağmen, sonuçlarda büyük farklılıklar ortaya çıkmıştır. Oluşan
farklılığı çizimlerine yansıttığında ise bir kelebek figürünün ortaya çıktığını
görmüştür. Oluşan bu farklılıktan dolayı şaşkına dönen Edward Lorenz
çalışmalarını bu konu üzerine yoğunlaştırmış ve sonuç olarak Kelebek Etkisi
teorisini ortaya koymuştur. Edward Lorenz bu durumu şu şekilde açıklamıştır;
“Amazon Ormanlarında bir kelebeğin kanat
çırpması, ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir
kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın
oluşmasına neden olabilir.”
Kelebek etkisi hayatımızın her aşamasında bizimledir.
Çünkü hayat bizden sürekli tercihler yapmamızı ister ve tüm yaşamımız buna göre
şekillenir. Doğuştan kabul ettiğiniz değerler dışında (isim, din vb.) hayat
karşımıza sürekli yeni seçimler çıkarır. Bu süreçlerde bazen başrolü oynarken,
bazen de figüran rolünü üstleniriz. Küçük ve önemsiz görülen birçok seçim ve
karşılaştığımız olaylar gelecekteki hayatımızı tamamen değiştirebilir. Örneğin
bindiğimiz bir otobüsün kaza yapması sonucu ölebilir yine aynı otobüste
gelecekteki eşimiz olacak kişiyle tanışabiliriz. Yaptığımız tercihler sadece
bizim hayatımızı değil zincirleme şekilde çevrenizdeki hatta tanımadığınız
kişilerin hayatını etkiler. Bir anlamda tüm hayatlar birbirlerine zincirleme
şekilde bağlıdır. Bizm için küçük görülen bir ayrıntı başkalarının yaşamında
çok büyük değişikliklere neden olabilir.
Bazen bu etkiler o kadar büyük sonuçlara
neden olabilir ki bireyden çok bir toplumun hatta dünyanın bile kaderini
değiştirebilir. Tarih küçük ayrıntılarla başlayıp çok büyük sonuçlara neden
olan sayısız kelebek etkileri ile doludur. Örneğin, Birinci Dünya Savaşında
İngiliz ordusunda görev yapan bir asker olan Henry Tandey savunmasız ve bitkin
bir Alman askerini görmüş ancak durumuna acıyarak onu öldürmemiştir.
Öldürmediği asker ise daha sonra 60 milyon insanın ölümüne neden olacak İkinci
Dünya Savaşı'nın meydana gelmesinde en büyük pay sahibi olan Adolf Hitlerdir.
Yine Çanakkale Savaşında şarapnel parçası bir Türk komutanına isabet etmiş ancak
gögüs cebinde bulunan saat hayatını kurtarmıştır. O gün ölümden dönen o asker
milli mücadeleyi başlatan ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Mustafa Kemal
Atatürk'tür.
Arşimet'in suyun kaldırma
kuvvetini hamamda yıkanırken bulması, Newton'un başına düşen elma, Einstein ve mekaniğin babası Bohr'un gördüğü rüyalar, Flemining'in unuttuğu petri kabı
(penisilinin icadı) ve buna benzer insanlık tarihinde çığır açan birçok keşif
küçük ayrıntıların yarattığı büyük sonuçlara örnek gösterilebilir. 1914 yılında
Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahtı olan Arşidük Ferdinand'ın,
şoförünün yanlış yoldan gitmesi yüzünden bir Sırp milliyetçisi tarafından
öldürülmesi, Birinci Dünya Savaşının başlamasına neden olmuş ve bu İkinci Dünya
Savaşının gerçekleşmesine zemin hazırlamıştır. Milyonlarca insanın ölümüne ve
büyük tahribata sebep olan bu savaşlar bir diğer açıdan bakıldığında savaş
teknolojisinin yanı sıra, birçok teknolojinin gelişmesine neden olmuştur. Hatta
günümüz dünyasını esareti altına alan internetin gelişimi de, yine bu savaş
teknolojisinin bir getirisi olduğu savunulur. Dolayısıyla, insanlık tarihinin
birçok küçük kelebek etkisine paralel olarak şekillendiği söylenebilir.
Hayatımızdaki kelebek
etkileri çocukluğumuzda başlar ve ölene kadar bizi takip eder. Bu yüzden
birçoğumuzun hayatları keşkelerle doludur. Çünkü insan her zaman farklı
durumlarda nasıl bir hayat yaşayabileceğini hayal eder. Üniversite sınavında
yapamadığınız bir kaç soru sebebiyle, hayalinizdeki bölümü kazanamayıp farklı
bir mesleğe adım atabilirsiniz. Bu sonuçlar kimi zaman bizleri yıpratsa da kimi
zaman düşündüğümüzün aksine mutlu edebilir. Bazen başımıza gelen kötü olaylar,
daha kötülerini engelleyebilecek bir kalkan görevi görebilir. Bize yavaş
şekilde çarpan bir araba, bir sonraki yolda çarpacak olan bir kamyonu
engellemiş olabilir. Hayatımızdaki dengeler o kadar hassastır ki; ne
kadar planlar yaparsak yapalım bazen gözardı ettiğimiz bu küçük ayrıntılar ve
kelebek etkileri sebebiyle kendimizi hayal bile edemeyeceğimiz durumlarda ve
ortamlarda bulabiliriz. Engelleyemeyeceğimiz ve öngöremeyeceğimiz koşullar
dışında, küçükten büyüğe verdiğimiz her türlü kararın ve yaptığımız seçimlerin
değerli olduğunu unutmamalıyız. Çünkü bu kararlar biz hiç farkında olmasak
bile, çoğu zaman sadece bizim değil çevremizdeki insanların da hayatını
derinden etkileyebilir. Bu yüzden temkinli olmak ve meydana gelebilecek kötü
sonuçları da değerlendirerek mantıklı seçimler yapmak çok önemlidir. Bu teori
ortaya konulmadan yıllar önce Büyük Moğol İmparatoru Cengiz Han kelebek
etkisini en güzel şekilde açıklamıştır;
Bir
çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir bölüğü, bir
bölük de bir ülkeyi kurtarabilir.
Kelebek
Etkisini en iyi anlatan efsane film sahnesi;
4/10/2019
Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de, geçmişten gün...
Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli
bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de,
geçmişten günümüze egemen olmak için dönemin büyük güçlerinin savaştığı ve
halen bölgede çatışmaların devam ettiği tarihi bir şehirdir. Müslümanlar için
Mescid-i Aksa, Yahudiler için Ağlama Duvarı ve Hristiyanlar için İsa
peygamberin çarmağa gerildiği Kutsal Kabir Kilisesi Kudüs'te bulunan başlıca
önemli yapılardır. Hz. Süleyman ve Davut Peygamberin yaşadığı Kudüs,
Perslerden, Makedonlara; Romalılardan Memlüklülere; Osmanlı Devletinden
Filistin ve israil Devletine kadar birçok kez el değiştirmiş, savaş ve
katliamlara tanıklık etmiştir. Dinler tarihinin merkezinde yer alan bu şehir
her sene hac görevinin ifası ve turistlik geziler kapsamında dünyanın birçok
yerinden ziyaretçilerini bölgeye çekmektedir. 2018 yılı itibariyle Kudüs'e
gelen turist sayısı üç milyonu geçmiştir. Kudüs'e gelen ziyaretçilerin büyük
çoğunluğu ise, dindar insanlardan oluşmaktadır.
Kudüs sendromu ise; ülke dışından gelen ziyaretçilerin
şehrin kutsal atmosferine kendilerini kaptırarak, din merkezli ve takıntılı
halüsinasyonlar görmeleri ve psikozlar yaşaması sonucu oluşan mental bir
rahatsızlık durumudur. İlk olarak 1930 yılında ünlü Alman psikiyatrist Heinz
Herman tarafından ortaya konulan bu sendrom, zamanla birçok otorite tarafından
doğrulanmıştır. 2000 yılında ingiliz Psikiyatri Dergisinde yayınlanan makalede;
1980 ile 1993 yılları arasında 1200 kişinin bu sendroma yakalandığı ve
birçoğunun akıl hastanelerine yatırıldığı araştırmasına yer verilmiştir. Yine
yakın zamanda şehri ziyarete eden bir İngiliz turistin kaybolduğu
haberinin öğrenilmesinden sonra, dronlarla yapılan aramada çölün ortasında kum
ve taşlardan yaptığı bir kulübede tek başına bulunması ve gördüğü rüyalara
paralel olarak bunu yaptığını belirtmesi bu sendromun etkilerini açıkca ortaya
koymaktadır. Kudüs şehrini gezerken bir anda bağırarak sizi doğru yola davet
ettiğini ve kendisine vahiy indiğini bildiren insanlarla karşılaşma ihtimaliniz
olabilir. Peki normal ve sağlıklı insanları bile, bu denli etkileyebilen Kudüs
Sendromunun belirtileri nelerdir?
Bu sendromun
etkisindeki bireylerde, ruhsal ve fiziki birçok rahatsızlık baş göstermektedir.
Şehrin mistik yapısından yoğun şekilde etkilenenler; kendilerini dünyayı
kurtaracak dini bir lider olarak görme, mesihlik iddiaları, yarım kalmış dini
misyonu tamalama, kendini Tanrı tarafından seçilmiş üstün insan hatta peygamber
olarak görme, din merkezli takıntılı rüyalar, halüsinasyonlar ve anksiyeti
bozuklukları gibi pek çok psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olmaktadır.
Özellikle kendilerini; kurtarıcı Mesih Hz. İsa olarak gören, Musa
Peygamber gibi denizi ortadan ikiye ayırabileceğini iddia eden ve vaftizci
Yahya olduğunu hissedenler rahatsızlığın en ileri aşamasında olanlara
verilebilecek örneklerdir.
Bunun yanında sendromun etkisine giren bireylerde;
sürekli beyaz giyinme, aşırı temizlik düşkünlüğü, sürekli duş alma, günümüzde
tercih edilen kıyafetleri redderek eski dönemlerde giyilen kıyafetleri tercih
etme, saç sakal uzatma gibi aşırıya kaçan takıntılar ortaya çıkmaktadır. Ayrıca
kendilerini tatmin etmek amacıyla, radikal tarikat ve oluşumlara üye olma, aile
ve sosyal sorumluluklarını bir kenara bırakarak kendilerini herşeyden
soyutlama, görülen diğer belirtilerdir. Sürekli takıntılarla yaşayan ve mutsuz
olan bireylerin zamanla ruh sağlıkları bozulmakta, kendilerine ve çevrelerine
zarar verecek davranış biçimleri sergilemektedirler.
Özellikle refah seviyesi
yüksek olarak görülen ve modernizmin kuşattığı şehirlerde yaşayan bir çok
insanı içinde bulunduğu hayat koşulları tatmin etmemektedir. Büyük hayal
kırıklığı ve zihinsel bunalımlar yaşayan insanlar, kendi iç dünyalarındaki
eksiklikleri doldurmak için yeni arayışlara girerler. (Özellikle Avrupa'dan
gelip IŞİD'e katılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir) Din merkezli yaklaşımlar
ise, bu süreçte en çok tercih edilenler arasındadır. Bu psikoloji ile Kudüs'ü
ziyaret eden kişilerin sendromun etkisi altına girmesi çok daha kolay
olmaktadır. Dini bir yaşam felsefesini benimseyen bu kişiler, gereken toplumsal
dengeyi sağlayamadıkları için zamanla ruh sağlıklarını kaybetmekte ve kişilik
kaybı gibi problemlerle yüz yüze gelmektedir. Bu da kişilerin kendini toplumdan
soyutlamasına ve bir hayal dünyasında yaşamasına sebep olmaktadır. Kudüs
sendromu belki de bunun en çarpıcı örneğidir. Birçok insan için; Sibirya
eteklerinde halen yaşatılan Şamanizm inancının etkili olduğu bölgelerin, Budist
tapınakların, kendini toplumdan tamamen soyutlamış ilkel kabilelerin yaşadığı
dağlık kesimlerin ziyaret edilmesi ve o bölgelerde zaman geçirilmesi içinde
oluşan eksikliği ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak için yaptığı arayışların bir
dışa vurumudur. Modernizmin insanları yeterince tatmin etmediği günümüzde,
Kudüs sendromuna benzer, insanı etkisi altına alacak birçok sendromun ortaya
çıkması kaçınılmaz bir gerçekliktir.
3/28/2019
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayı...
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz
kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayışı üzerine kurulmuş,
toplumsal sorunların umursanmadığı, kendi mutluluğu dışında hiçbir şeyin
düşünülmediği ve doyumsuzluk, bencillik gibi belirtilerin baş gösterdiği bir
modern çağ hastalığıdır. Teknolojinin ve tüketim çılgınlığının zirve yaptığı
günümüzde, insanların kendilerini mutlu edecek birçok şeye (partiler, seks,
uyuşturucu, seyahat vb.) bu kadar kolay ulaşmasının bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Tamamen kişisel tatminler üzerine kurulu bu hayat tarzında, kişi
kendini herşeyin merkezine koymakta, kendinden başka kimseyi düşünmemektedir.
Peki bu yaşam tarzı kişileri mutlu eder mi?
Öncelikle bu sendroma neden Kaliforniya sendromu denildiğinden
bahsedelim. Kaliforniya Eyaleti, Amerikan ekonomisini ayakta tutan en büyük
değerlerden biridir. Sinema sektörünün merkezi olan Hollywood ile yine
teknolojik gelişmelerin merkezinde bulunan Silikon Vadisi, yerli ve yabancı
turistlerin uğrak yeri olan Long Beach ve dünya sosyetesinin merkezi olan
Beverly Hills Kaliforniya'da bulunmaktadır. Bunların dışında Google, Facebook,
Twitter, Yahoo, Oracle, Cisco, Intel ve HP gibi dev şirketlere ev sahipliği
yapmaktadır. Yaklaşık 36 milyon insanın yaşadığı bu eyalet, 2017 yılında 2.7
trilyon dolar Gayri Safi Milli Hasılata (Türkiye'nin GSMH'in 3 katından fazla)
ulaşıp, İngiltere'yi bile geride bırakarak dünyanın en büyük 5'nci ekonomisi
haline gelmiştir. Bu sebeple, Kaliforniya'da yaşayan insanların birçoğu
eğlenceyi, bedensel hazları ve para harcamayı bir yaşam felsefesi olarak
benimsemiş durumdadır. Dünya gündeminden uzak, tamamen ütopik hayat yaşayan
birçok Kaliforniyalının hayata bakışı eğlence ve kişisel hazlar üzerine
kuruludur.
Bu sendromun etkisi altındaki bireylerin üç temel ortak noktası
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zevke düşkünlüktür. Bireyler,
'Sieze the Day' yani anı yaşa felsefesiyle toplumsal değerleri hiçe sayarak
tamamen hazcılık odaklı yaşamaktadır. Ancak insanın doğası gereği sahip olduğu
doyumsuzluk duygusu bu noktada bireyleri her zaman daha fazlasını istemeye
yönlendirmektedir. Eğlence hayatı, tüketim çılgınlığı, sekse düşkünlük ve
uyuşturucu madde kullanımı kişileri esareti altına alan başlıca geçiçi
zevklerdir. Bireylerin tek amacı, her zaman daha fazlasını istediği bu zevklere
ulaşmaktır. Belli bir süre sonra bu zevkler, ulaşılması gereken bir amaçtan çok
yaşam tarzı haline gelmektedir.
Sendromun görülen ikinci belirgin özelliği ise, ben
merkezciliktir. Bireyler toplumsal sorunlardan ve yaşanılan sıkıntılardan
tamamen uzak, sadece kendi mutluluğunu düşünen kişilere dönüşmekte, 'Başkası
açlıktan ölse banane ben kendi mutluluğuma bakarım' felsefesini
benimsemektedir. Kendisini herşeyin merkezi gören ve büyük bir hayranlık
besleyen bireyler, narsist davranış biçimleri göstermeye başlarlar. Bu
sendromun etkisindeki insanlar, özellikle iş hayatında sorumlu olduğu ast
konumundaki kişilerin yaşadıkları sıkıntıları önemsememekte ve kendilerine
karşı yapılan eleştirilere karşı saldırgan tavırlar göstermektedirler. Empati
duygusundan tamamen yoksun ve kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünmeyen bu
bireyler, yaşadıkları yakın çevrelelerinde zaman zaman büyük tahribatlara sebep
olurlar.
Sendromun etkisindeki insanlarda görülen üçüncü ortak nokta ise, yalnızlıktır. Kişiler
zevklere odaklı, egoist yaşam tarzını benimsedikleri için, toplumdan
kendilerini soyutlamakta ve bunun doğal bir sonucu olarak yalnızlaşmaktadırlar.
Toplumsal değerleri hiçe sayan bir yaşam tarzını benimsemeleri sebebiyle, başta
aile hayatı olmak üzere herşeyi küçümserler. Evli olmaları durumunda eşleri ve
çocukları ikinci plandadır ve çoğu zaman aile hayatının getirdiği
sorumlulukları önemsemezler. Bu tip bireyler genellikle çok küçük sorunları
bahane edip evliliklerini ve aile hayatlarını bitirme eğilimidedirler. Çünkü
aile onların kişisel hazları önünde bir engel niteliğindedir. Zaten sendroma da
adını veren Kaliforniya Eyaletinde kişilier internet üzerinden boşanma davası
açabilmektedir
Sendromun ortaya koyduğu en büyük sonuç ise; geçici hazların aksine, kalıcı
olarak ortaya çıkan mutsuzluktur. Bireyler başlangıçta bu
ışıltılı gibi görünen hayatın cazibesine kapılmakta, ancak zamanla bu hayat
için vazgeçtiği değerlerin önemini anlamaya başlamaktadır. Ancak çoğu zaman
bunun geç olduğu gerçeğiyle yüzleşmektedir. Bu süreç kişiyi hem maddi hem de
manevi açıdan tüketmektedir. Başarısız olmaya ve maddi yönden kayıplar yaşamaya
başladığında, çevresindeki sahte dostların uzaklaştıklarına şahit olurlar.
Zamanın geçtiğininin ve hiçbir idealini gerçekleştiremediğinin farkına
varan bireyler, tamamen tükenmişlik sendromuna girip, hiçbir şeyden zevk
almamaya ve hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlarlar. Malesef
bazıları bu sürecin yarattığı etkiyle, intiharı bir çözüm olarak
görebilmektedir. Ünlü araba markası Ford'un sahibi olan Henry Ford'un oğlu olan
Edsel Ford'un bıraktığı intihar notu bu durumu çok net özetlemektedir:
''Baba, hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey
olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok.
Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum...''
Günümüzde teknoloji ve tüketim çılgınlığının yükselmesine paralel olarak bu
sendromun etkileri birçok toplumda görülmeye başlamıştır. Özellikle genç nesil,
gerek izlediği tv programlarının, gerek sosyal medya platformlarının etkisiyle
bu tip bir yaşam tarzına özendirilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren; toplumsal
değerlerden uzak, idealleri olmayan ve tamamen kişisel hazlara yönelen
bireylerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İletişim becerileri gelişmeyen,
toplumsal farkındalığı olmayan kendine sosyal medya platformlarında sanal bir
dünya kurmuş bir nesil yetişmektedir. Benim çektiğim sıkıntıları yaşamasın
mantığıyla yetiştirilen ve her imkan önüne sunulan çocuklar, ilerleyen süreçte
bu sendromdan en çok etkilenecek grubu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında,
belli hedeflere sahip, toplumsal değerlerin farkında, günümüz dünyasının
getirdiği kolaylıkların olumlu taraflarını kullanabilen, ölçülü bireyler
yetiştirme noktasında aile ve öğretmenlere çok büyük görevler düşmektedir. Bu
görevlerin en önemlisi ise örnek olmaktır.
“Tanrım, bir gün insanların hepsine sahip olmak istedikleri kadar para ver
ki; asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler.” Jim Carrey
3/17/2019
"Biz Toltekler ağaca baktığımızda onu dinler ve ondan çok şey öğreniriz, Siz beyazlar, ağaçtan ne kadar kereste ve k â r elde edebile...
"Biz Toltekler ağaca baktığımızda onu dinler ve
ondan çok şey öğreniriz, Siz beyazlar, ağaçtan ne kadar kereste ve kâr elde edebileceğinizi
hesaplarsınız."
Toltekler, Meksika'daki Aztekler öncesi üç
medeniyetten ( Olmekler, Toltekler, Mayalar) biri olarak bilinmektedir.
Onları diğer toplumlardan ayıran en önemli özellik, sadece çağının değil
insanlık tarihinin en hümanist ve bilge toplumu olarak kabul edilmeleridir.
Toltek bilgeliğinin dünyaca tanınmasında önemli bir pay sahibi olan ünlü
Meksikalı yazar Don Miguel Ruiz onları sanatçılar ve spiritüel bilimciler
topluluğu olarak belirtmektedir. Mimarlıkta çok gelişmiş olan Tolteklerde,
bilgelik, adalet ve hoşgörü el temel değerlerdir. Bugün hayatın amacını
arayan ve ruhunun inceliklerini keşfetmek isteyen bir çok insan, bu toplumun
öğretilerini kendinlerine rehber edinmiştir. Gelin, doğaya sonsuz
saygı besleyen ve savaşlarda düşmanları ölmesin diye tahta kılıçlar kullanan bu
toplumu ve hayatınıza yön verecek 4 anlaşmayı ana hatlarıyla tanıyalım.
Toltek kelimesi Nahuatl
dilinde inşaatçı üstadı anlamına gelir. Tolteklerin ne zaman yaşadıkları
konusu net olmasa da genellikle 3300 yıl önce yaşadıkları varsayımı kabul
görür. Bir rivayete göre; teknoloji ve medeniyette zamanın en ileri topluluğu
olan Tolteklerin gelişmişliğin simgesi olan kayıp kıta 'Mu''dan geldiğine
inanılır. Başkentleri olan Tula bugün itibariyle Meksika topraklarında yer alsa
da, Toltek sembolleri ile ilgili ortaya çıkan eserlerin birçoğuna Kostarika'da
ulaşılmıştır. Bu durum Tolteklerin Orta Amerika'da geniş bir alana yayıldığının
göstergesidir. Şuan Toltek soyundan gelenler kendilerini 'Wirraki' olarak
isimlendirmekte ve bu dili kullanmaktadır. Kendilerinden sonra bölgeye hakim
olan Aztekler, gerek mimari yapılarına gerekse bilgeliği ve ruhun yüceliğini
esas alan yaşam tarzlarına hayran kalmışlardır. Tarihte nasıl yok oldukları ve
yaşadıkları şehirleri terkettikleri hususu büyük bir gizemdir.
Don Miguel Ruiz
Don
Miguel Ruiz
Toltek Öğretisi hakkında bilgi verirken Don Miguel
Ruiz'den bahsetmek gerekir. Kendisi Toltek Bilgeliğini basit ve anlaşılır bir
dille anlatan Meksikalı yazardır. Kimi çevreler Don Miguel Ruiz'in Toltek
Kehanetlerini içinde bulunduğumuz çağa getirmekle görevli Eagle Knight soyundan
gelen bir Nagual (Toltek öğretisini anlatan öğretici, üstad) olduğunu
düşünmektedir. Ruiz iyileştirici bir anne ile Nagual bir büyükbaba tarafından
aile geleneğine uygun olarak iyileştirici ve öğretici olarak yetiştirmek
istenmiştir. Ancak ona modern yaşam daha çekici gelmiş ve Tıp fakültesine
giderek cerrah olmuştur. Ruiz için hayatının dönüm noktası geçirdiği bir trafik
kazasıyla başlamıştır. Ölmek üzere olan bedenini arabadan çıkarılırken seyreden
ve ardından çarpıcı ruhsal deneyimler yaşayan Ruiz, iyileştikten sonra kendini
Toltek yolunu araştırmaya adamıştır. Bunun sonucunda Toltek Bilgeliğini anlatan
ve bugün milyonların yaşamını değiştiren kitapları yazmıştır.(Toltek
Bilgeliğini öğrenmek isteyenler için bu sade ve anlaşılır kitapları okumak çok
önemlidir.)
Toltek Bilgeliği, Gezegensel Rüya ve 4 Anlaşma
Günümüzde Meksika Kızılderelilerince bu kadim öğreti
hala uygulanmakta ve gelecek nesillere aktarılmaktadır. Toltek, bilgelik
yolunda olan kadın ve erkek manasına gelmektedir. Birçok araştırmacıya göre;
Toltek Bilgeliği bir inanç sisteminden ziyade, bir yaşam tarzı veya sanatı
olarak görülmektedir. Doğayı ve insanı evrenin bir bütünü olarak kabul eder. Bu
bilgelikte; dinlemeyi bildiğiniz takdirde su, toprak, havadan, bitki ve
hayvanlardan birçok şey öğrenilebileceğini savunmaktadır. Doğayı yok etmenin
kendilerini de yok edeceğine inanırlar. Bu yüzden ülkelerini istila eden
insanların sadece doğayı yarar sağlamak için kullanmalarını engellemeye
çalışmışlardır.
Bu öğretide 'Gezegensel Rüya' kavramı
çok önemli bir yere sahiptir. Rüya bildiğimizin aksine sadece uyurken değil,
uyanıkken de gürdüğümüz süreçlerin bütünüdür. Bireyler, kendilerine empoze
edilen inanç ve davranış biçimlerine uygun olarak koşullu bir zihin yapısıyla
bu rüyaları görmeye devam ederler. Bizden öncekilerinde bu şekilde inandığı ve
bizlere miras bıraktığı bütün inanç ve fikirler Gezegenin Rüyasını
oluşturmaktadır. Bu dar kalıplar doğrultusunda biçimlenen hayatlarımız, yani
rüyalarımız birleşerek Gezegensel Rüyayı meydana getirmektedir.
Bu fikir ve inanışlar
insanın doğumu ile başlar ve tüm hayatı boyunca devam eder. Konuştuğumuz dil,
inandığımız din, uymamız gereken toplumsal kurallar hatta bize
verilen isimlerimiz; üzerinde tartışılmayan ve sorgulanmayan Gezegensel Rüyanın
Anlaşmalarıdır. İnsan tüm bu anlaşmalara sadık olarak yaşasa bile, yine de
zihninin yarattığı aykırı sesleri susturamaz ve içsel tatmini
yaşayamaz. Don Miguel Ruiz zihnimizde depoladığımız inançların %95'inin
yalan olduğunu ve bu yüzden acı çektiğimizi savunur. İşte bu noktada Ruiz
kitlesel gezegensel rüyadan uyanmak için 4 Anlaşmayı kabul
etmemiz ve benimsememiz gerektiğini savunur. Ancak bunu yaptığımız takdirde,
kendimize ait 'Bireysel Cennet Rüyası'na ulaşabileceğimizi iddia
eder.
1'inci Anlaşma:
Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin: Sözler sizin yaratma gücünüzdür. Herşeyi sözlerle gerçek
kılarsınız. Kendi gerçekliğimizi ortaya çıkarırken sözcüklere ihtiyaç duyarız.
Sözcükleri kötüye kullandığınız takdirde, kendi cehenneminizi yaratmış
olursunuz. İnsanlar konuşurken hem kendine hem de karşısındakine büyü
yaptığının farkında değildir. Miguel Ruiz'in bu konuda verdiği örnek
çarpıcıdır. Bir arkadaşınıza rastladığınızda ve ona ilk olarak yüzünün renginin
kanserli hastalara benzediğini belirttiğinizde, arkadaşınız buna inanırsa
söylediğiniz sözcüklerle bir anlaşma yapmış olur. Bu anlaşmayı benimsediği
takdirde, kısa bir sürede hastalanabilir hatta ölebilir. Sözcüklerle yaptığı
anlaşmadan sonra zihin bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. Yani zihin
sözcükleri gerçekliğiniz yapar. Nasıl yaşamak istiyorsak ona yönelik cümleler
kullanmak başarıyı arttıracaktır. Birinci Anlaşmayı sağlayarak; bireysel
özgürlüğe, büyük başarılara ve bolluk bilincine ulaşabiliriz.
2'nci Anlaşma: Hiçbir Şeyi Kişisel
Algılamayın: İnsanların söyledikleri ve yaptıkları şeyler,
dile getirdikleri fikirler kendi zihinlerinde yaptıkları anlaşmalar
doğrultusundadır. Biri size 'sen ne yaparsan yap başaramazsın' dese bile bunu
kişisel algılamamak gerekir. Bu sadece o kişinin duygu ve düşüncelerinin bir
sonucudur. Eğer bu zehri kabul ederseniz onu size ait kılarsınız. Kendimize ait
yargı ve inançlarımızın birçoğu çevremizdekilerin söylediklerine ve
yönlendirmelerine göre şekillenmektedir.
Kendi rüyalarını yaşayan bireyler bu süreçte sizinle
karşılaştıklarında o anki algı durumu, duygusal yoğunluğuna göre sizinle ilgili
bir dizi duygu ve eylem gerçekleştirirler. Çoğu zaman bu tepkileri kişisel
algılayıp kabul etmekteyiz. İnsanlar duygusal çöplüklerini dökebilecekleri
alanlar ararlar. Eğer bir hakareti kişisel algılayıp tepki verirseniz, negatif
olan duygusal çöplüklerini dökmelerine izin vermiş olursunuz. Bu durum oluşan
negatifliği bünyenize almanıza sebep olur. Yapılması gereken, herkesin rüyasına
saygı duyup, kişisel algılardan arınmak ve önemsememektir. Kendimize karşı
gelen tepkileri nasıl kişisel algılamıyorsak, karşımızdakini de yargılayıp
kalıplara sokmamamız gerekir. Herkesin bakış açısı kendisini anlatır. Bir kişi
size kızgınlık gösteriyorsa, bilin ki o kişi kendisine kızgındır. Diğer
taraftan sizin harika olduğunuzu söyleyenlere de kulak asmamalısınız. Önemli
olan sizin harika olduğunuzu kendinizin bilmesidir.
3'üncü Anlaşma: Varsayımda Bulunmayın: Varsayımda
bulunmamızın sıkıntısı, varsayımlarımızın gerçek olduğuna inanmamızdır. Sürekli
başkaları hakkında varsayımlarda bulunuruz. Gerçeği duymaya cesaret
edemediğimizde ya da açıklamak istemekten korktuğumuzda varsayımlara
sarılırız. Böylece varsayımlarımızı savunarak, başkalarını yanlış yada hatalı
çıkarmaya çalışırız. Bu açıdan baktığımızda hayal kırıklıklarımızın ardında
beklentilerimiz yatar. Beklentiler ise, karşımızdaki kişinin bizim
isteklerimizden haberdar olduğu varsayımından ortaya çıkar. Ancak isteklerimiz
gerçekleşmediği takdirde, kırılır ve üzülürüz. Bu üzüntünün etkisiyle negatif
varsayımlarda bulunmaya devam ederiz. Bu varsayımlar arttıkça bizi örümcek ağı
gibi sarar. Bundan kurtulmanın en iyi yolu ise varsayımlarda
bulunmaktan çok, soru sorma cesaretine sahip olmaktır. En çok ortaya
çıkan yanılgı, sevildiğimiz kişilerin, beklentilerimiz noktasında herşeyi
bilmeleri gerektiğine inanmamızdır. Ancak iletişim kurduğumuz insanlar
açısından düşündüğümüz kadar açık ve anlaşılır değiliz. Başkalarının bizim gibi
düşündüğünü, hissettiğini ve yargıladığını varsayarız. Bu sürece kendimizi
kaptırdığımızda negatif varsayımlarımız sürekli birbirini tetikler. Bu sebeple
soru sormaktan korkmamalı, sürekli varsayımlarda bulunmak yerine açık ve
anlaşılır olmalıyız.
4'üncü Anlaşma: Daima Yapabildiğinin En İyisini
Yap: Dördüncü anlaşma ilk üç anlaşmanın aksiyonudur.
Yapabildiğinizin en iyisini yapmakla, yaşamı dolu dolu ve yoğun yaşarsınız.
Böylece kendinizi ailenize ve topluma en iyi şekilde verirsiniz. Yaptığınızın
daima en iyisini gerçekleştirdiğinizde harekete geçersiniz. Her eylemi, her
hareketi zevk aldığınız için yaparsınız. En iyisini yapmak deyiminin doğru
anlaşılması şarttır. En iyisini yapmak, hayattan zevk almayacak kadar
kendini ve bedenini yormak anlamına gelmez. En iyisini yapmak kendini tamamen o
işe vermek ve bundan keyif almaktır. Saatlerce verimsiz çalışmaktansa,
bir saat verimli çalışmak en iyisini yapmak deyimine daha yakındır. Tüm bu
eylemleri herhangi bir ödül, terfi ve maddi kazanç beklemeden yapmak
gereklidir. Ne iş yaptığınızın bir önemi yoktur, sadece en iyisini
yaptığınızı bilmek önemlidir. Miguel Ruiz'e göre beklenti olmadığında
ödül fazlasıyla gelir. Kişiyi özgür kılan şey içinde pişmanlık taşımamasıdır.
Zihninizde biriken her keşke sizi zincirler. Bu sebeple beklenti içine
girmeden, zevk alarak ve kendini vererek en iyisini yapmak bizi fazlasıyla
başarılı kılacaktır.
Meksikalı yazar Don Miguel Ruiz; 'Bu dört
anlaşmayı hayata geçirdiğinizde, cehennemde yaşamanız olanaksızdır'
der. Kişisel cennetinizi kurma yolunda elinizden geldiğince bu dört anlaşmaya
sadık olmamız gerektiğini savunur. Her ne kadar basit gibi gözükse de;
egoların, beklentilerin, tahammülsüzlüklerin uçlarda olduğu günümüzde
anlaşmalara uygun davranmak kolay değildir. Ancak yine de, hayatımızda
farklılık yaratmak, kendi benliğimizi keşfetmek, ruhumuzu tanımak ve zihnimizi
yönetmek noktasında dört anlaşmayı rehber edinmek ve elimizden geldiğince yaşam
tarzı olarak benimsemek bizi daha mutlu ve başarılı yapacaktır.
3/02/2019
Mahçup zevk, birçoğumuzun hayatında yer eden ancak isimlendirmediğimiz bir davranış ve düşünce biçimidir. Türkçede net bir çeviris...
Mahçup zevk, birçoğumuzun hayatında yer eden ancak isimlendirmediğimiz bir
davranış ve düşünce biçimidir. Türkçede net bir çevirisi olmamakla
beraber, mahçup zevk veya suçlu zevk (guilty pleassure) olarak adlandırılabilir. Mahçup
zevk, yapılmaması gerektiğine inandığımız ancak içten içe hoşumuza gittiği için
karşı koyamayarak yaptığımız; başkalarının bunu öğrenmesi durumunda
utanacağımız ve kendimizi kötü hissedeceğimiz düşünce ve davranışlardır. Bireyler,
bu şekilde davrandıktan sonra çoğu zaman pişmanlık duyarlar ancak bu his
geçtiğinde tekrar aynı şeyleri yapmaktan kendilerini alamazlar. Mahçup zevk,
kültürel farklılıklar sebebiyle toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Bu
konu ile ilgili örnekleri sıralayalım;
Özellikle ataerkil toplumlarda erkekler, toplum baskısı nedeniyle
kadınlarla özdeşleşen bazı davranış ve aktiviteleri gizli yaparlar. Gündüz
kuşağı kadın programlarını ya da pembe dizileri zevkle takip eden bir erkek,
bunu kesinlikle hiçbir ortamda dile getirmez. Hatta bu zevkini aile
bireylerinden bile saklayabilir. Yine birçok yetişkin, bilgisayar oyunları
oynamaktan ve çizgi film izlemekten kendini alamaz. Kişinin büyük zevk alarak
yaptığı bu aktiviteler, genel olarak sosyal çevresi tarafından bilinmez.
Bir şirkette önemli bir pozisyona sahip bir birey, Harry Potter
serisininin kitabını okurken genellikle bunu saklama ihtiyacı hisseder. Tek
başına arabayla seyahat ederken dinlenen müzikler ile başka birileri
bulunduğunda dinlediğimiz müzikler farklılık gösterebilir.
Diyet yaptığımız dönemlerde arkadaşlarımızla aynı ortamda bulunuyorsak
hafif yiyecekler sipariş verip, yalnız kaldığımızda bol kalorili
yiyecekler tüketmekten kendimizi alamayız. Tatil yapan bazı turistlerin, otele
ait birçok malzemeyi almaktan kendini alıkoyamaması güzel bir örnek teşkil
eder. Yine aynı şekilde birçok içeceği, kimsenin bulunmadığı ortamlarda,
direk paketinden ya da şişesinden içeriz. Toplum içinde kesinlikle daha önce
dans etmediğini belirten bireyler, odalarında yalnız kaldıklarında saatlerce
dans edebilir. Bu örnekler birçoğumuza tanıdık gelen mahçup zevklerimizdir.
Hayatımızın her aşamasında etkin bir araç haline gelen sosyal medya
sayesinde, çevremizdeki insanların neler yaptığından haberdar olmaktayız.
Dolayısıyla, kişiler arasında yaşanan problemler ve kavgalar sosyal medyada
birbirlerini kısıtlamaları şeklinde sonuçlar doğurmaktadır. Karşı tarafın ne
yaptığını merak eden birey, doğru bulmasa da sahte hesaplar üzerinden kendisini
kısıtlayan insanları takip etmeye (stalklama) yada farklı birisiymiş gibi
iletişime geçmeye çalışır ve bunu büyük bir gizlilikle yapar. Yine insanlar
tarafından vakit kaybı olarak görülen ve seviyesiz videoların paylaşıldığı
düşünülen bazı uygulamalar (vine, tik-tok), bu uygulamaları eleştirenler dahil
çok büyük bir izleyici kitlesine sahiptir. Kişi her ne kadar izlediği videoları
seviyesiz bulsa da, kendini izlemekten alıkoyamaz.
Cinselliğin tabu olduğu ve kalıplara sokulduğu toplumlarda mahçup zevk
kapsamında birçok davranış görebiliriz. Evlenmeden önce bekaretin korunması
gerektiğini savunan, evlilik dışı ilişkileri çok büyük günah olduğunu her
ortamda dile getiren insanlar, gizliden gizliye şartlar ve ortam uygun
olduğunda, hiçbir toplumsal tabuyu düşünmeden cinselliği yaşamaya
çalışmaktadır. Toplumsal baskılardan dolayı cinselliği eleştiren bireyler,
gizliden gizliye bu hedeflerine ulaşmaya çalışmakta, ulaşamadığını gördüğünde
ise kendine daha kolay hedefler seçebilmektedir. Bu bazen zor durumda yardıma
muhtaç bir kadın olabilir ve onun bu durumundan yararlanılır. Yine birçok
insan, medeni durumlarını gözetmeksizin tek gecelik ilişkiler yaşamakta, sosyal
çevreden saklanan bu durum zaman zaman pişmanlık hissi yaratsa da devam
edilmektedir.
Sonuç olarak, hayatımızın birçok evresinde mahçup zevklerimiz bizimledir
ve onları saklamanın yollarını ararız. Bu durum üzerimizde stres yaratmakta ve
istediğiniz şekilde davranmanızı engellemektedir. Bu açıdan bakıldığında,
özellikle masumane olan mahçup zevklerimizde, sürekli el alem ne der
düşüncesinden sıyrılmamız gerekmektedir. Toplumun kalıplarına göre şekil alan
bir hayata sahip olduğumuzda bu birçok açıdan bizi mutlu etmeyecektir. Sosyal
ortamlarımızda; kendi benliğimizi ortaya çıkarmamız, yapmacık davranış ve
konuşmalardan kaçınmamız özgüvenimizi arttıracak ve daha başarılı ve samimi
olmamızı sağlayacaktır.
2/14/2019
Toplumların davranış biçimleri, hayata bakış açıları ve olayları algılama şekilleri büyük farklılıklar göstermektedir. Bu farklılı...
Toplumların davranış
biçimleri, hayata bakış açıları ve olayları algılama şekilleri büyük
farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıkların genellikle toplumların kültürel
yapıları ve geçmiş yaşamlarından elde ettikleri deneyimlere bağlı olarak
şekillendiği düşünülür. Peki bu noktada konuştuğumuz dilin, düşünce ve
davranışlarımız üzerinde etkisi var mı? Yani şuan anadilimiz Türkçe yerine
İngilizce olsaydı bu durum davranış ve düşüncelerimizi ne şekilde etkilerdi?
Sapir-Whorf Teorisine göre dilin yapısı ve zenginliği toplumlar arasındaki
düşünce ve davranış farklılıklarının temel nedeni...
1956 yılında bir dilbilimci olan Edward Sapir ve bir
sigorta memuru olan Benjamin Lee Whorf tarafından ortaya konulan hipotezde;
konuşulan dilin, insanların düşünce ve davranış biçimlerini ve hayatı algılama
şeklini önemli ölçüde etkilediğini iddia etmektedir. Bu hipotezin zayıf ve
güçlü olmak üzere 2 yönü bulunmaktadır. Zayıf yönünde, sadece dünyaya ait
algıların dille şekillendiği belirtilirken, güçlü yönünde, soyut kavrama
süreçlerinin de dilden etkilendiğini savunulur. Kısacası bu hipoteze
göre, "insanlar dünyayı olduğu gibi değil, anadillerinin
sunduğu biçimde görür."
Bu kapsamda Benjamin Whorf, Amerikan yerel
dilleri olan Aztek, Apaçi, Notka ve Hopi dilleri üzerinde incelemelerde
bulunmuştur. Hopi dilinde zaman kavramını belirten herhangi bir kelimenin
bulunmadığını tespit eden araştırmacı, bu toplumda zamanı algılama
biçimlerinin, zamanı gramatik yapıda ifade eden bir dili konuşan toplumlardan
farklı olduğunu iddia etmiştir. Yine birçok dilde kar anlamına gelen bir tane
kelime varken, Eskimolarda 14 adet kelimenin kar anlamına geldiği
belirtilmektedir. Dolayısıyla, Eskimoların kara ait çok küçük farklılıkları
diğer toplumlardan daha iyi algıladıklarını savunmaktadır.
Bu hipotez, Oscar ödüllü Arrival (Geliş) adlı filmde
ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Söz konusu filmde dünyanın farklı 12 noktasına
uzaylılar inmiştir. Uzaylılarla iletişime geçmek isteyen Amerikan Devleti,
alanında başarılı olan ünlü bir dilbilimciyi görevlendirir. Bu iletişimi
sağlamaya çalışan dilbilimci kadın zamanla döngüsel şekillerden oluşan uzaylı
dilini öğrenmeye başlar ve öğrendikçe zaman algısı tamamen değişir. Çünkü
uzaylılarda zaman algısı insanlardaki gibi birbirini takip eder (geçmiş,
şimdiki zaman, gelecek) yapıda değildir. Onlar zamanı döngüsel olarak
algılamakta geçmiş ve geleceği de aynı anda yaşamaktadır. Uzaylıların dilini
öğrenen dilbilimci kadın bu sayede zaman zaman şimdiyi yaşarken, zaman zaman
gelecekte yaşadıklarını görmeye başlar. Kısacası öğrendiği yeni dil sayesinde
zamana bakış açısı tamamen değişmiştir.
Yine George Orwell
tarafından kaleme alınan 1984 romanında kutsanan bir sistem (parti) ve bu
sistemin bir dili (newspeak) bulunmaktadır. Oluşturulan bu dilde, sistem
karşıtı bütün kelimeler (özgürlük, barış) yokedilmeye çabalanmakta, böylece
sisteme karşı bir başkaldırının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu kelimeler
yok edildiği takdirde insanların bu tip eylemleri düşünemeyeceği ve harekete
geçemeyeceğine inanılır.
Bu hipotez
kapsamında Türkçe ve İngilizceyi karşılaştıralım. Bilindiği üzere, İngilizcede
akrabalar için kullanılan kelimeler çok sınırlıdır. Dayı ve amca için uncle,
teyze ve hala için aunt kelimeleri kullanılırken, Türkçemizde ise amca, hala,
dayı, teyze,yenge gibi akrabalık ilişkileri için birçok kelime
kullanılmaktadır. Bu açıdan incelendiğinde İngilizlerin aile ve akrabalık
ilişkilerine çok sıcak bakmadığı, bunu karşın Türklerde aile ve akrabalık
bağlarının kuvvetli olduğunu görebiliriz. Yine İngilizce de küfür olarak
sayılabilecek az kelime mevcutken, Türkçede daha fazla küfür ve argo kelimenin
olduğunu söyleyebiliriz. Bu örnek açısından incelediğimizde ise, İngilizlerin
daha sakin, Türklerin ise daha fazla küfür içeren cümleler kullandıkları için
daha kavgacı ve öfkeyle hareket ettiği değerlendirilebilir.
Yine alfabelerin yapı ve
şekilleri üzerinde yapılan deneyler bu hipotez açışından örnek verilebilir. Bu
kapsamda, çiçeğin büyüme evrelerini belli bir sıraya koymaları farklı toplumların
bireylerinden istenmiştir. İngilizler için büyüme evresinin tamamlandığı çizimi
en sağa koyarken, Araplar soldan sağa doğru yazdıkları için aynı çizimi en sola
koyarlar. Çinliler bu sıralamayı yaparken yukarıdan aşağıya doğru yaparlar.
Çünkü İngilizler için gelecek sağda, Araplar için solda, Çinliler için
aşağıdadır. Yani toplumların gelecek algısı dil yapılarından dolayı
farklılıklar göstermektedir.
Bilimsel olarak gerçekliliği kanıtlanmamış olan
Sapir-Whorf hipotezi dil bilimciler ve araştırmacılar tarafından desteklendiği
gibi, bazı açılardan eleştirilmiştir. Dil bilimciliğin en önemli
temsilcilerinden biri olan Noam Chomsky'ye göre; bütün dillerin ortak gramer
özellikleri taşıdığı ve dillerin şekillenmesinde zihinsel süreçlerin etkisi
olduğunu savunmaktadır. Yine birçok araştırmacı, kelimelerin şekillenmesinde
kültürel değerlerin ve cografi şartların etkisinin yadsınamaz bir gerçek
olduğunu belirtmektedir.
Sonuç olarak, konuştuğumuz dilin hayata bakış açımız
ve algılarımız üzerinde etkili olduğunu görebiliriz ancak bunun ne denli etkili
olduğu konusu hala muammadır. Bu konu üzerinde araştırma yaparken, özellikle
Arrival filminde anlatılan dünya dışı varlıkların dillerini öğrenmenin zamana
bakış açımızı değiştireceği fikri birçok kişide büyük heyecan ve merak konusu
olmuştur. Yine George Orwell'in başyapıtı olan 1984 romanında kurgulanan bazı
kelimelerin yok edilerek insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirme
olgusu çok etkileyici gözükmektedir. Örneğin gelecek nesilleri yetiştirirken savaş,
çatışma kelimelerini tamamen dilimizden ve yazılı kaynaklarımızdan çıkarsak,
bireylerin bu konuda düşünmesini ve harekete geçmesini önleyebilir miyiz? Hiç
savaş kelimesini duymamış gelecek nesiller yine de menfaatleri için savaşırlar
mı? Tabi bunlar tamamen ütopik düşünceler...Son olarak bu teoriden şu sonucu
çıkarabiliriz ki, öğrendiğimiz her yeni dil bizim bu dünyayı daha geniş ve
ayrıntılı algılamamıza ve anlamamıza yardımcı olacaktır.
2/06/2019
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider. Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir...
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider.
Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir grup
kendilerine 'Hoca hoca zavallı eşeğe hiç acımaz mısın iki kişi binmişsiniz '
der. Bunun üzerine Nasreddin Hoca gruba hak verir ve oğlunu indirip ilerlemeye
devam ederler. Yolda karşılarına çıkan bir diğer grup 'Hoca Hoca ayıp değil mi
çocuğu yürütüyorsun kendin rahatını düşünüp eşşeğe binmişsin' der. Nasreddin
Hoca bu gruba da hak verir. Kendisi iner çocuğunu eşşeğe bindirir ve yola
kaldıkları yerden devam ederken yine bir grupla karşılaşırlar. Grup kendi
arasında ' Görüyorsunuz dimi zamane çocukları böyle büyüğe hiç saygı kalmamış
kendi eşeğe binerken babasını yürütüyor' derler. Bu söz oğlunun ağırına gider
ve o da eşekten iner. Eşek önde Nasreddin Hoca ve oğlu arkada yollarına devam
ederler. Yeni bir grupla karşılaşırlar. Bu grupta 'Şu enayilere bak, eşek
boşken arkadan yayan gidiyorlar' der. Bunu duyan Nasreddin Hoca oğluna dönerek
'Görüyorsun ya oğlum elalem böyledir, ağızları torba değil ki büzesin' der.
Bu fıkra aslında
birçoğumuzun yaşamının bir özetidir. Hayatımız ile ilgili alacağımız
kararlarda, yapacağımız işlerde hep çevrenin hakkımızdaki düşüncelerini
fazlasıyla önemseriz. El alem ne der algısı çocukluktan itibaren özellikle aile
tarafından bizlere empoze edilmektedir. Eğer sürekli üstünüzde bu baskıyı
hissediyorsanız ve yaptığınız iş ve eylemlerde çevrenin tepkisine göre hareket
ediyorsanız el alem ne der hapishanesine hoşgeldiniz. Toplumsal bir kontrol
mekanızması olan 'el alem ne der hapishanesi' zaman zaman sizi siz olmaktan
alıkoyabilmektedir. Diğer insanların ne düşündüğü ya da ne şekilde tepki
vereceğini düşünerek onlardan onay almadan karar veremeyen ve kendini
kısıtlayan bireyler bir açıdan kendi hayatlarından çok çevresindeki insanların
hayatlarını yaşamaktadır.
Konuya ilişkin basit bir örnek verelim. Meşhur düğünlerimiz... Türk örf
ve adetlerinde düğünün ayrı bir önemi vardır. Düğünün gösterişli olması aileler
için herşeyden elzemdir. Düğün gösterişli olmaz ise aileler kendilerinin rezil
olacağına inanırlar ve bu yüzden büyük bir koşuşturma içine girerler. Sözü,
nişanı, kınası, düğün salonu hepsi aile ve çift açısından büyük stres yaratır.
İşin maddi boyutuna gelirsek birkaç saat sürecek bir düğün için çiftler ve
aileler büyük bir masrafın ağırlığı altında ezilir ve önceden birikimleri yoksa
bu süreç yıllar sürebilir. Oysa sade bir nikah töreni ya da düğün yapılsa bu
çiftler hem bu yükün altında ezilmez hatta harcadıkları paranın çok küçük bir
kısmına örnek veriyorum Maldivler'de unutulmayacak rüya gibi bir balayı
gerçekleştirebilirler. Mantıklı düşündüğümüzde 3 4 saat sürecek düğünü
şatafatlı bir şekilde yapmak mı yoksa
Maldivler'de rüya gibi bir hafta tatil mi? Birçok insana ikinci seçenek
daha mantıklı gelsede, bu noktada el alem ne der baskısı devreye girer ve
insanların çoğunluğu birinci seçenekte hapsolur.
El alem ne der hapishanesi çocukluktan itibaren hayatımızda yer etmeye
başlar. Özellikle aileler çocuklarını yetiştirken toplumsal kalıplara sokmaya
başlarlar. Küçüklükten itibaren meslek
seçimlerinde aileler baskı kurmaya başlar. Bireyler toplumlarca değer gören
meslekler dışında alanlara yönelindiğinde aile ve çevrelerinden tepki görmeye
başlarlar ve kendilerini mutlu etmeyecek meslek seçimleri yapabilirler.
İlerleyen süreçte bu seçtikleri meslekte mutlu olmadıklarını gördüklerinde
radikal kararlar almaya çalışabilirler ancak bu noktada el alem ne der baskısı
tekrar devreye girer ve ömürlerini kendilerini tatmin etmeyecek bir iş
hayatında harcarlar.
Türk toplumunda özellikle kadınlar bu baskıyı çok daha derinden
hissetmektedir. Giyiminden, üniversite okuyacağı şehire kadar, meslek
seçiminden aile hayatına kadar her aşamada el alem ne der baskısını derinden
hisseder. Bu baskıya karşı koyduğunda zaman zaman şiddet görmekte ve olmadık
şekillerde yaftalanmaktadırlar. Bu durumu içselleştirmeye başlayan kadın kendi
benliğini kaybederek ömrünü bu hapishanede çürütmektedir. Örneğin kocası
tarafından şiddet gören eşler sırf toplum baskısı sebebiyle bu eziyetlere
katlanmaktadır. Çünkü toplumun kocasından ayrılmış kadına olan yanlış bakış
açısı hepimizin malumudur.
Özellikle eğitim seviyesi yüksek ve bireyselliğin ön planda olduğu
toplumlarda kişiler daha özgür ve radikal kararlar alabilmektedir. Bu
toplumlarda kişiler istedikleri çok
farklı alanlarda kendilerini geliştirmekte ve bu sürece aileleri destek
olmaktadır. Bunun dışında gelenekselci ve kapalı toplumlarda bireyler,
kararlarını toplumca kabul edilebilirlik süzgeçlerinden geçirme zorunluluğu
hissetmektedir ve aileler destek olmak bir yana dursun en büyük süzgeç görevi
görebilmekte ve el alem ne der hapishanesinin sözcülüğünü yapabilmektedir.
Türkiye'de 'sırtını devlete daya rahatına bak' mantığı özellikle orta kuşak
kesimin meslek seçimlerinde yanlış kararlar vermesine yol açmıştır.
Sonuç olarak, bireylerin
tutuklu oldukları bu hapishaneden kurtulmasının yolu, yine kendilerinin
göstereceği radikal değişimlerden geçmektedir. Öncelikle bireyler kendilerine
etki edecek çevreyi sınırlandırmalıdır. Kararlarını alırken kendi mutluluğunu
ve tatminini düşünmek herşeyden önemlidir. Bireylerde ben algısı oluşmalı,
sahip olduğu özgüvenle hayatına yönelik kararlarını kendisi vermeye çocukluktan itibaren alışmalı
ve başkalarına göre yaşamamalıdır. Bu noktada aileler çocuklarının önünde bir
engel değil en büyük destekçi olmalı,çocuklarının kararlarına saygı duymayı
öğrenmelidir. Bireyler bu özgüveni göstermedikleri sürece, tutukluluk halleri
hükümlülüğe, cezaları da müebbet hapise dönecek ve kendilerinin olmayan bir
ömür yaşayacaklardır. Ünlü sinema sanatçısı Bill Cosby'in dediği gibi;
Başarının sırrını bilmiyorum
ama başarısızlığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.