4/02/2019
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
KAFİRİSTAN HALKI: KALAŞLAR
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği
Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki
Kalaş vadisinde yaşayan kadim bir topluluktur. Dini inançları sebebiyle
şeriatla yönetilen bu ülkelerce yaşadıkları bölge, Kafiristan olarak
isimlendirilmiştir. Kalaşlar; dini inanışları, fiziki görünüşleri, toplumsal
yapıları ve tarihsel geçmişleriyle birçok antropologun ve tarihçinin dikkatini
çekmiştir. Peki, yaklaşık 4000-5000 nüfusa sahip Kalaşları yaşadıkları
ülkelerin insanından ayıran özellikleri neler?
Kalaşların ortaya çıkışı ile ilgili ortaya atılan iddia çok dikkat
çekicidir. Birçok araştırmacıya göre; Kalaşların kökeni tarihte en geniş
topraklara ulaşan İskenderiye Devletine dayanmaktadır. Büyük İskender, milattan
önce 200 yılında öncelikle Afganistan'ı işgal etmiş burada 2 yıl kaldıktan
sonra Büyük Çin'in fethi için yola çıkmıştır. Özellikle Hindikuş
Dağlarının mevcut arazi şartlarının zorluğu İskender'in sonu olmuştur.
İskenderin ölümü üzerine askerler geri dönmeye karar vermiştir. Ancak,
İskender'in ünlü bir komutanı olan Şalakşah ordunun bir kısmı ile dönmekten
vazgeçerek sarp vadilerin bulunduğu bu bölgede kendilerine yeni bir hayat
kurmuşlardır. Çoğunlukla Kalaşlar'ın kökeni Büyük İskender'in bu ordusuna
dayandırılmaktadır.
Tamamen kapalı ve izole bir hayat süren Kalaşlar, asimile olmadan örf ve
inançlarını günümüze kadar yaşatmışlardır. Sadece fiziksel özellikleri değil,
ayrıca yıllarca korudukları dilleri onları bulundukları bölgede benzersiz
yapmıştır. Konuştukları Burrureşki Dili özellikleri sebebiyle, Hint Avrupa dil
ailesine mensuptur ve günümüzde sadece 5000 kişi tarafından konuşulduğu için,
UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. İnançları sebebiyle kara kafir
olarak bilinen Kalaşların yaşadığı bölge, 1895 yılında Afganistan emiri
Abdurrahman Han tarafından fethedilmiş ve bölgeye Nuristan (Işık Ülkesi) ismi
verilmiştir ancak bu isimden çok Kafiristan ismi benimsenmiştir.
Kalaşlar, Şamanizmin ve Paganizmin izlerini taşıyan tek tanrılı bir
inanç sistemine sahiptir. Onlara göre Tanrı Dizova evrenin ve nimetlerin
yaratıcısıdır. Bazı kaynaklarda ise, çok tanrılı bir inanç sistemine sahip
oldukları, Di Zaus (Doğa) ve Zau (Güneş) şeklinde isimlendirdikleri iki büyük
tanrılarının bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kalaşlarda 12 peygamberin
varlığı kabul edilmektedir. Bu peygamberlerden 4'ü mevsimleri, diğerleri ise
sağlık, mutluluk ve bereketi simgelemektedir. Sadece önemli günlerde ziyaret
ettikleri Çeştakhan isimli tapınakları bulunmaktadır. Tapınaklarının
girişlerinde koç figürleri bulunur ve inanışlarına göre; gücü, sağlığı ve
barışı simgelemektedir.
Yaz, kış ve baharda olmak üzere üç büyük bayramları vardır ve bu
günlerde kurban keserek Tanrılarına adarlar. Baharın gelişini kutladıkları
'Çilam Çoşhi Bayramı' en coşkuyla kutladıkları bayramdır. Doğaya saygıya esas
alan Kalaşlar, aministik düşüncenin bir özelliği olarak, nesnelerin ruhu
olduğuna inanmaktadır. Kalaşlarda görülen en ilginç geleneklerden biri,
cenazelerini açık tabutlarda bırakmalarıdır. Kalaşlarda, toprak altında kalan
ruhların cennete gidemeyeceğine inanırlar. Ancak, cesetlerin çalınmasından ve
zarar verilmesinden sonra bu adetten vazgeçilmiştir. Günümüzde yaşayan
Kalaşlar'ın bir kısmı İslamiyete geçmiştir. Kalaşlar ile müslümanlığı
tercih edenler farklı köylerde yaşamalarına rağmen bayram ve festivalleri
beraber kutlamaktadırlar.
Bulundukların bölgenin coğrafi koşulları sebebiyle tamamen ilkel bir
hayat süren Kalaşlar teknolojiden uzak bir şekilde, tarım ve hayvancılıkla
geçinmektedir. Ekmeklerini değirmenlerde un öğüterek yapan ve bulaşıklarını
nehirlerde yıkayan kadınların renkli kıyafetleri ve örgülü saçları bu
toplululuğun dikkat çeken özelliklerinden birisidir. Kadınlar bu rengarenk
kıyafetleri çoğunlukla kendileri örerler. Kıyafetlerini deniz kabuğu ve
boncuklarla donatırlar. Saçlarını kutsal olarak gördükleri ırmaklarda yıkar ve
bunun kötülüklerden uzak tuttuğuna inanırlar. Kadınlar örgülü saçları,
rengarenk kıyafetleri ve doğal yollardan yaptıkları makyajlarla güzelliklerine
çok önem verdiklerini göstermektedirler. Erkekler ise çoğunlukla, Pakistan'da
giyilen geleneksel şalvarları tercih ederler. Erkekler için bir kıyafet
zorunluluğu bulunmazken, teamüller gereği kadınların geleneksel kıyafetler
dışında bir giysi giymezler. Kalaşlarda selamlaşma adeti de diğer toplumlardan
çok farklıdır. İki kişi selamlaşırken birbirlerinin ellerini öperler. Bu açıdan
bakıldığında Şamanizmden etkilendikleri düşünülmektedir.
Kalaşlar'ın bulundukları bölgede en çok eleştirilmesine ve kafir olarak
nitelendirilmesine sebep olan husus ise, kadın ve erkek ilişkileridir.
Geleneklere göre ergenliğe ulaşmış erkekler bu durumu kutlamak için, uzakta
bulunan yaylalara gitmektedir. Bu yaylalarda belli bir süre kalan erkekler,
döndüklerinde ergenliğe ulaşmış bir kızla cinsel ilişki yaşamaktadır. Genel
toplum yapısı incelendiğinde, kadının erkil olduğu bir toplum yapısı görülmektedir.
Erkeklerin kadınlarını boşaması yasak iken, kadınlar istedikleri takdirde eş
değiştirebilmektedir. Beğendikleri erkeğe mektup yazan kadınlar, kabul edilmesi
durumunda, başlık parası ödemek şartıyla yeniden evlenebilmektedir.
Kalaşlarda, evlilik öncesi cinsel münasebet konusunda bir toplumsal baskı
bulunmmaktadır. Kişi istediği kişiyle beraberlik yaşayabilmektedir.Kadınlar
evlenecekleri kişiyi kendi hür iradesiyle seçebilmektedir. Bir diğer gelenekte;
adet gören kadınlar bu durum sona erene kadar başaleni denen köy içindeki
binalarda kalmakta ve daha sonra tekrar kocalarının yanına
dönmektedirler. Kalaşlar ile ilgili bir diğer eleştirisi konusu, içkiyi ve
uyuşturucuyu serbest bırakmalarıdır. Üzümden yaptıkları şaraplar ve kenevirden
elde ettikleri esrar hayatlarında önemli bir yere sahiptir. Alkol ve uyuşturucu
özellikle özel günlerin vazgeçilmez öğeleridir. Bu festivallerde ellerinde
tuttukları meşalelerle kız erkek karışık olarak dans ederler.
Yaklaşık 2300 yıllık bir tarihe sahip Kalaşlar, yaşadıkları coğrafi
şartların bir sonucu olarak, bugün yok olmaya yüz tutmuş kadim bir topluluktur.
Bölgedeki Taliban tehlikesine rağmen, müslüman Kalaşlarla huzur içinde yaşayan
bu topluluk; farklı adet ve gelenekleriyle, kadına ve doğaya verdiği değerle
içinde bulundukları coğrafyanın en renkli kültürlerinden birisidir.
Teknolojinin ve imkanların bu kadar geliştiği ancak buna rağmen insanların
sürekli şikayet ettiği ve mutsuz olduğu günümüz dünyasında, çevrelerindeki
tehlikeler ve zorlu arazi şartlarına rağmen mutlu bir dünya kuran
Kalaşlar, bu açıdan tüm insanlığa iyi bir örnek teşkil etmektedir.
3/28/2019
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayı...
SOSYAL KANSER: KALİFORNİYA SENDROMU
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz
kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayışı üzerine kurulmuş,
toplumsal sorunların umursanmadığı, kendi mutluluğu dışında hiçbir şeyin
düşünülmediği ve doyumsuzluk, bencillik gibi belirtilerin baş gösterdiği bir
modern çağ hastalığıdır. Teknolojinin ve tüketim çılgınlığının zirve yaptığı
günümüzde, insanların kendilerini mutlu edecek birçok şeye (partiler, seks,
uyuşturucu, seyahat vb.) bu kadar kolay ulaşmasının bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Tamamen kişisel tatminler üzerine kurulu bu hayat tarzında, kişi
kendini herşeyin merkezine koymakta, kendinden başka kimseyi düşünmemektedir.
Peki bu yaşam tarzı kişileri mutlu eder mi?
Öncelikle bu sendroma neden Kaliforniya sendromu denildiğinden
bahsedelim. Kaliforniya Eyaleti, Amerikan ekonomisini ayakta tutan en büyük
değerlerden biridir. Sinema sektörünün merkezi olan Hollywood ile yine
teknolojik gelişmelerin merkezinde bulunan Silikon Vadisi, yerli ve yabancı
turistlerin uğrak yeri olan Long Beach ve dünya sosyetesinin merkezi olan
Beverly Hills Kaliforniya'da bulunmaktadır. Bunların dışında Google, Facebook,
Twitter, Yahoo, Oracle, Cisco, Intel ve HP gibi dev şirketlere ev sahipliği
yapmaktadır. Yaklaşık 36 milyon insanın yaşadığı bu eyalet, 2017 yılında 2.7
trilyon dolar Gayri Safi Milli Hasılata (Türkiye'nin GSMH'in 3 katından fazla)
ulaşıp, İngiltere'yi bile geride bırakarak dünyanın en büyük 5'nci ekonomisi
haline gelmiştir. Bu sebeple, Kaliforniya'da yaşayan insanların birçoğu
eğlenceyi, bedensel hazları ve para harcamayı bir yaşam felsefesi olarak
benimsemiş durumdadır. Dünya gündeminden uzak, tamamen ütopik hayat yaşayan
birçok Kaliforniyalının hayata bakışı eğlence ve kişisel hazlar üzerine
kuruludur.
Bu sendromun etkisi altındaki bireylerin üç temel ortak noktası
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zevke düşkünlüktür. Bireyler,
'Sieze the Day' yani anı yaşa felsefesiyle toplumsal değerleri hiçe sayarak
tamamen hazcılık odaklı yaşamaktadır. Ancak insanın doğası gereği sahip olduğu
doyumsuzluk duygusu bu noktada bireyleri her zaman daha fazlasını istemeye
yönlendirmektedir. Eğlence hayatı, tüketim çılgınlığı, sekse düşkünlük ve
uyuşturucu madde kullanımı kişileri esareti altına alan başlıca geçiçi
zevklerdir. Bireylerin tek amacı, her zaman daha fazlasını istediği bu zevklere
ulaşmaktır. Belli bir süre sonra bu zevkler, ulaşılması gereken bir amaçtan çok
yaşam tarzı haline gelmektedir.
Sendromun görülen ikinci belirgin özelliği ise, ben
merkezciliktir. Bireyler toplumsal sorunlardan ve yaşanılan sıkıntılardan
tamamen uzak, sadece kendi mutluluğunu düşünen kişilere dönüşmekte, 'Başkası
açlıktan ölse banane ben kendi mutluluğuma bakarım' felsefesini
benimsemektedir. Kendisini herşeyin merkezi gören ve büyük bir hayranlık
besleyen bireyler, narsist davranış biçimleri göstermeye başlarlar. Bu
sendromun etkisindeki insanlar, özellikle iş hayatında sorumlu olduğu ast
konumundaki kişilerin yaşadıkları sıkıntıları önemsememekte ve kendilerine
karşı yapılan eleştirilere karşı saldırgan tavırlar göstermektedirler. Empati
duygusundan tamamen yoksun ve kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünmeyen bu
bireyler, yaşadıkları yakın çevrelelerinde zaman zaman büyük tahribatlara sebep
olurlar.
Sendromun etkisindeki insanlarda görülen üçüncü ortak nokta ise, yalnızlıktır. Kişiler
zevklere odaklı, egoist yaşam tarzını benimsedikleri için, toplumdan
kendilerini soyutlamakta ve bunun doğal bir sonucu olarak yalnızlaşmaktadırlar.
Toplumsal değerleri hiçe sayan bir yaşam tarzını benimsemeleri sebebiyle, başta
aile hayatı olmak üzere herşeyi küçümserler. Evli olmaları durumunda eşleri ve
çocukları ikinci plandadır ve çoğu zaman aile hayatının getirdiği
sorumlulukları önemsemezler. Bu tip bireyler genellikle çok küçük sorunları
bahane edip evliliklerini ve aile hayatlarını bitirme eğilimidedirler. Çünkü
aile onların kişisel hazları önünde bir engel niteliğindedir. Zaten sendroma da
adını veren Kaliforniya Eyaletinde kişilier internet üzerinden boşanma davası
açabilmektedir
Sendromun ortaya koyduğu en büyük sonuç ise; geçici hazların aksine, kalıcı
olarak ortaya çıkan mutsuzluktur. Bireyler başlangıçta bu
ışıltılı gibi görünen hayatın cazibesine kapılmakta, ancak zamanla bu hayat
için vazgeçtiği değerlerin önemini anlamaya başlamaktadır. Ancak çoğu zaman
bunun geç olduğu gerçeğiyle yüzleşmektedir. Bu süreç kişiyi hem maddi hem de
manevi açıdan tüketmektedir. Başarısız olmaya ve maddi yönden kayıplar yaşamaya
başladığında, çevresindeki sahte dostların uzaklaştıklarına şahit olurlar.
Zamanın geçtiğininin ve hiçbir idealini gerçekleştiremediğinin farkına
varan bireyler, tamamen tükenmişlik sendromuna girip, hiçbir şeyden zevk
almamaya ve hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlarlar. Malesef
bazıları bu sürecin yarattığı etkiyle, intiharı bir çözüm olarak
görebilmektedir. Ünlü araba markası Ford'un sahibi olan Henry Ford'un oğlu olan
Edsel Ford'un bıraktığı intihar notu bu durumu çok net özetlemektedir:
''Baba, hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey
olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok.
Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum...''
Günümüzde teknoloji ve tüketim çılgınlığının yükselmesine paralel olarak bu
sendromun etkileri birçok toplumda görülmeye başlamıştır. Özellikle genç nesil,
gerek izlediği tv programlarının, gerek sosyal medya platformlarının etkisiyle
bu tip bir yaşam tarzına özendirilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren; toplumsal
değerlerden uzak, idealleri olmayan ve tamamen kişisel hazlara yönelen
bireylerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İletişim becerileri gelişmeyen,
toplumsal farkındalığı olmayan kendine sosyal medya platformlarında sanal bir
dünya kurmuş bir nesil yetişmektedir. Benim çektiğim sıkıntıları yaşamasın
mantığıyla yetiştirilen ve her imkan önüne sunulan çocuklar, ilerleyen süreçte
bu sendromdan en çok etkilenecek grubu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında,
belli hedeflere sahip, toplumsal değerlerin farkında, günümüz dünyasının
getirdiği kolaylıkların olumlu taraflarını kullanabilen, ölçülü bireyler
yetiştirme noktasında aile ve öğretmenlere çok büyük görevler düşmektedir. Bu
görevlerin en önemlisi ise örnek olmaktır.
“Tanrım, bir gün insanların hepsine sahip olmak istedikleri kadar para ver
ki; asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler.” Jim Carrey
3/24/2019
Şahmaran Efsanesi, Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile insanoğlunun karşılaşmasını ...
ŞAHMARAN EFSANESİ
Şahmaran Efsanesi,
Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile
insanoğlunun karşılaşmasını ve imtihanını anlatan hüzünlü bir hikayedir. Bugün
Şahmaran figürü, yılanın kültürlerdeki kötü imajının aksine, bereket ve
bilgeliğin simgesi olarak görülür ve Anadolunun birçok evinin duvarlarını
süsler. İşte Yunan mitolojisindeki Medusa ile Hitit mitolojisinde yer alan
İlluyanka efsanelerine benzer yönler taşıyan ve insanoğluna ders niteliğindeki
Şahmaran'ın hikayesi...
Şahmaran efsanesi
Mersin'in Tarsus ilçesinde doğmuş bir şehir efsanesidir. Şahmaran belden
aşağısı yılan, üstü insan olan güzel ve çekici bir dişi varlıktır. Kendisi
maran soyundan gelen yılanların şahıdır. Şahmaran yılanların efendisi olarak
insanlara zarar vermesini engelleyen iyi kalpli bir varlıktır. Efsaneye göre
Şahmaran günümüz Tarsus ve Çukurova ilçeleri arasında bir yeraltı krallığında
yaşamıştır. Bunun sebebi açgözlü ve menfaatçi olan insandan uzak yaşamaktır ve
bu yüzden yeraltından çıkmaz.
Şahmaranla tanışan ilk insanın adı bazı kaynaklarda Belkıya olarak geçerken,
çoğunlukla Camsab olarak bilinir. Camsab o zamanın Tarsus'unda oldukça fakir
bir ailenin çocuğudur. Birgün Camsab arkadaşlarıyla beraber ormanın
derinliklerinde bir mağara keşfeder. Buldukları mağarayı kontrol ettiklerinde
içinin bal ile dolu olduğunu farkederler. Bal o dönemlerde kıymetli olduğu
için, balı toplamak için harekete geçerler. Balı alabilmesi için arkadaşları
Camsab'ı mağaranın derinliklerine indirir. Açgözlü arkadaşları kendilerine
düşen balın daha fazla olması için Camsab'ı mağarada kaderiyle başbaşa
bırakırlar.
Bu ürpertici mağaranın
içinde ne yapacağını düşünen Camsab birden bir ışık farkeder. Cebindeki çakıyla
bu ışık süzmesinin bulunduğu alanı büyüten Camsab asla tahayyül edemeyeceği
güzellikte bir bahçe ile karşılaşır. Bahçede eşşiz güzellikte çiçekler, meyve
ağaçları ve sayısız yılan bulunmaktadır. Bu şahane bahçenin ortasında ise,
büyük bir havuz olduğunu görür. Havuzun başında ise o mükemmel ihtişamıyla
Şahmaran oturmaktadır. Bu eşşiz güzellik, Camsab'ı farkeder ve himayesine
alır.
Camsab uzun yıllar
Şahmaran ile bu bahçede yaşar. Orada çok mutlu ve keyifli bir yaşam süren
Camsab, belli bir süre sonra ailesini çok özlediğini ve gitmek istediğini
Şahmaran'a bildirir. Çıkmak yasak olduğundan başlangıçta Camsab'a izin vermeyen
Şahmaran onu çok sevdiğinden kıyamaz ve gitmesine izin verir. Ancak
Camsab'tan kendisi ve yaşadıkları yer hakkında kimseye bilgi vermemesi ve
hamamda yıkanmaması konusunda söz alır. Daha sonra ailesinin yanına dönen
Camsab uzun bir süre verdiği sözü tutar.
Seneler sonra
ülkenin padişahı amansız bir hastalığa yakalanır. Padişahın veziri ise tek
dermanın Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söyler ve halk içinde Şahmaran'ın
yerini bilen kişiler olduğunu söyleyerek tüm halkı büyük hamamlarda toplar.
Çünkü yılanlarla yaşayan kişinin hamamda yıkanması durumunda vücudunun pul pul
olacağını iddia eder. Başka bir çaresi kalmayan padişah vezirin bu teklifini
kabul eder. Hamamda yıkanan Camsab kısa sürede derisi pullandığı için
yakalanır. Kendisi ve ailesinin öldürüleceği tehdidini alan Camsab istemeden de
olsa Şahmaran'ın yerini söyler. Padişahın askerleri Şahmaranı bulunduğu yerde
yakalayıp padişahın huzuruna getirir.
Camsab'ın çok üzgün olduğunu gören ve bunu yapmaya
mecbur kaldığını anlayan Şahmaran, Camsab'a yardım etmeye karar verir. Şahmaran
padişaha şifa bulması için; başını kaynatılıp padişah tarafından, gövdesinin kaynatılıp
vezir tarafından ve kuyruğunun kaynatılıp Camsab tarafından içilmesi
gerektiğini bildirir. Bu aslında Camsab'a yaptığı son iyiliktir. Başını
kaynatıp içen padişah şifa bulur, gövdesini kaynatan kötü kalpli vezir ise
ölür. Camsab ise Lokman Hekim olarak bildiğimiz büyük bir alim olur ve padişah
tarafından vezir olarak görevlendirilir. Anlatılan hikayeler farklılık gösterse
de, tüm hikayelerin sonunda Şahmaran ölmektedir.
Aynı hikayenin bir diğer versiyonunda ise evine dönen
Camsab ilerleyen süreçte Şahmaran'dan yardım isteyip bulunduğu yerden çıkmasını
ve hamama gelmesini ister. Şahmaran maranlara ve yılanlara hamama gideceğini ve
oradan bir düğüne katılacağı yalanını söyler. Aslında yardıma ihtiyacı olmayan
Camsab, Şahmaran'ın padişahın muhafızları tarafından yakalanmasını
sağlayarak ona ihanet eder. Amacı kendisine vadedilen vezirlik makamına
yükselmektir.
Hamama gelen Şahmaran'ı padişahın muhafızları yakalar
ve başını keserek öldürür. Ancak Şahmaran'ın kanı kuvvetlidir ve bütün hamama
yayılır. Çalışanlar ne yaparsa yapsın kanını çıkaramazlar. Şahmaran'ın
cesedi de o hamamda bulunan göbektaşının altına gizlenir ve yılanların
girmemesi için önlemler alınır. Çünkü Şahmaran'ın yılanları ve maranları davul sesi
duydukları sürece düğünün devam ettiğini düşünmektedirler.Efsaneye göre; davul
seslerinin kesildiğini anladıkları zaman, kraliçelerinin öldüğünü anlayacak ve
bulundukları yerden çıkıp evlere girerek insanları öldüreceklerdir. Bugün
Çukurova bölgesinde çok fazla yılan olmasının sebebini bu efsaneye bağlarlar.
Yine Adana ilinde bulunan Yılanlıkale'nin, maranların ve yılanların yaşadığı ve
Şahmaran'ı beklediği yer olduğu dile getirilir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
3/23/2019
Deliler diğer ismi ile Azaplar, ürkütücü kıyafetleri, savaş tarzları ve üstlendikleri misyonla Osmanlı Ordusunun en seçkin ve gözü ...
OSMANLI ORDUSUNUN FEDAİLERİ:DELİLER
Deliler diğer ismi ile Azaplar, ürkütücü kıyafetleri,
savaş tarzları ve üstlendikleri misyonla Osmanlı Ordusunun en seçkin ve gözü
kara süvari birlikleri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş, yükselme ve
duraklama döneminde savaşlarda en önde yer alan Deliler, düşmana büyük bir
korku salmaktaydı. Hepimizin bildiği meşhur Osmanlı tokadı ile özdeşleşen
Deliler, o dönemin savaşlarında düşman askerleri üzerinde yarattıkları
psikolojik üstünlük ile büyük yararlılıklar göstermiştir. İşte Avrupa
kaynaklarında bile korkunç tasvirlerle anlatılan Deliler'in hikayesi...
Delilerin nasıl kurulduğu hususu muamma olsa da,
15'inci yüzyılın sonlarına doğru uç birlikler olarak ortaya çıktıkları,
gösterdikleri yarar farkedilince Osmanlı Ordusunda istihdam edilmeye
başladıkları kaynaklarda belirtilmektedir. Delilerin ilk ciddi sınavları,
Papanın liderliğinde kurulan Haçlı Ordusuna karşı yapılan Varna ve Kosava
Savaşları ile İstanbul'un Fethi olmuştur. Zamanla sayıları artan
Deliler tüyler ürpetici bir güç haline gelmiştir. Deliler, Tiryaki
Hasan Paşa emrinde Kanice Müdafasında, Lala Mehmet Paşa'nın emrinde Estergon'un
alınmasında, Fazıl Ahmet Paşa'nın emrinde Uyvar'ın Fethinde, 1828 Osmanlı Rus
Harbinde çok büyük fedakarlıklar göstermiştir.
Deli Ocağının en büyük
misyonu, düşman askerlerinin moralini bozmak ve psikolojik üstünlüğü elde
etmekti. Bu konuda çok başarılı oldukları birçok kaynakta belirtilmiştir.
Düşman askerleri tarafından Deliler, mitolojik çağlardan gelen insanüstü
varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Bu psikolojinin yarattığı korku ve
şaşkınlık sayesinde düşmana kolayca ilk darbe vurulmaktaydı. Ayrıca Deliler,
arkalarında bulunan diğer askeri birliklerin tereddüt ve korkularını
yenmelerini sağlamaktaydı. Delilerin en dikkat çeken özelliklerinden birisi de,
maddi kaygılardan uzak ve tamamen devletlerine ve padişahlarına olan sadakat ve
gönül bağlarıydı. Deliler, cesaret ve savaşçılığından dolayı 2'inci Halife Hz.
Ömer'i kendilerine örnek almıştır. Onlar için, Osmanlı ordusunun tören
geçişlerinde aşağıdaki dizeleri okumak adet haline gelmişti.;
'Kalpaklarımız
Emirü’l-mü’minün Hz. Ömer’in çizmesinin koncuğudur,
Ocağımız müşarünileyh
efendimize mensuptur.'
Deliler ile ilgili anlatılan efsanevi savaş hikayeleri
dönemin gençleri üzerinde çok büyük olumlu etki yaratmaktaydı.Birçok Osmanlı
genci büyüdüğünde Deliler grubuna girmenin hayalini kurardı. Ancak en seçkin
birliklerden olan Delilere girmek o kadar kolay değildi. Deli olmak isteyen
adaylar öncelikle 'Zobu' denilen ağaların yanında yetiştirilirdi. Bu süreçte,
adaylara devlet terbiyesi ve ordunun usul ve kaideleri öğretilirdi. Kendini
ıspat eden adaylara deli kaypağı giydirilir ve ağa çırağı olarak deftere
kaydedilirdi. Ancak sadece seçilmek yeterli değildi. Deli olan kişi bu seçkin
birliğin zor şartlarını yerine getirmekte zorluk çekerse, bu makamı boş yere
işgal ettiği düşünülüp, rezil edildikten sonra ocaktan kovulurdu. Yani Deli
olmak çok büyük yürek işiydi. Bayrak adı verilen 50-60 kişilik küçük ocaklara
ayrılan delilerin başında bir Deli Beyi bulunurdu. Deliler en parlak olduğu
dönemlerde sayıları 10 bine ulaşmıştır.
Fransız mühendis ve asker
Alain Manesson Mallet 1684'te yazdığı eserde Deliler için 'Bunlar
öylersine cesurlardır ki; bir kralın emrine girdiklerinde onları
vazgeçirebilecek hiçbir ceza korkusu yoktur. Bu nedenlerden dolayı Osmanlı
onlara Deli adını vermiştir ve bu ad dillerinde gözü pek anlamına gelir'
demiştir. Yine Venedikli Veçelyo delilerden bahsettiği kitabında 'Öylesine
cesur hareket ederlerdi ki, insanları, gölgelerinin bile öldürücü oduğuna
inandırmışlardı' şeklinde belirtmiştir. Delilerin, Sultan 3'üncü
Murat'ın çocuklarının sünnet töreninde; binicilik yetenekleri ile vücutlarına
sapladıkları bıçaklarla acıya ne denli dayanıklı olduklarını gösteren
minyatürler günümüze kadar ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğunu barbar ve cani
göstermek isteyen Avrupalılar, Osmanlı Ordusunu tasvir ederken çoğu zaman
Delileri tasvir etmişlerdir.
Delilerin en çok dikkat çeken bir diğer özelliği
giydikleri tüyler ürpertici kıyafetlerdir. Genelde saçları kazıtılan Deliler,
elbiselerinde aslan, sırtlan ve ayı benzeri hayvanların kürklerini
giyerlerdi. Yine hayvan derilerinden yaptıkları Deli Kalpağını giyerler ve
bu kalpaklarda kartal ve benzeri hayvanların tüylerini kullanırlardı.
'Serhatlık' adı verilen yüksek topuklu, sivri burunlu, arkasında mahmuzu bulunan
ve genelde sarı renkte deri çizme veya ayakkabı
giyerlerdi. Bayraklarında 'Kaderde ne varsa o gelir başa ' yazardı.
Delilerin başlıca kullandıkları silahlar; macar usulu
bir mızrak, kılıç, balta, satır, bozdoğan ve savaş çekiciydi. Delilerin kendileri
gibi haşmetli atları da kartal tüyü ve hayvan postlarıyla süslenirdi. Eğitim
süreçlerinde ıslak mermer üzerine çıplak elle tokat atan Deliler böylece nasır
tutmuş ellerini bir silah olarak kullanırlardı. Bu silaha tarihte 'Osmanlı
Tokadı' olarak isimlendirilmiştir. Araştırmalara göre bu tokatlar o
kadar etkiliydi ki; tek bir tokatla bir düşman, kafatasında oluşan travmaya
bağlı olarak ölebiliyordu.
Osmanlı'nın gerileme
döneminde meydana gelen kurum ve birliklerdeki disiplinsizlik ve yozlaşma
Delilerde etkisini göstermiştir. Eski disiplinini ve etkisini kaybeden Deliler
Ocağı, 2'nci Mahmut'un reform hareketlerinden nasibini almış ve 1829 yılında
lağvedilerek tamamen ortadan kaldırılmıştır. Osmanlının bu kahraman, gözü
kara ve efsane askerlerinin fedakarlıkları bir sinema filmi olarak beyaz
perdeye aktırılmıştır. İzlemenizi kesinlikle tavsiye ettiğim söz konusu filmin
fragmanı aşağıdadır.
https://www.youtube.com/watch?v=sZ742X_P3Xs
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...