2/17/2019
Türklerin İslamiyetten önce çok uzun bir süre bağlı kaldığı Şamanizm İnancının birçok teamülü halen toplumumuzda yaşatılmaktadır. İslam kültüründen geldiğini düşündüğümüz bu teamüllerin başlıcaları;
Sonuç olarak Şamanizm, insanlık tarihi kadar eski, ruhsal yolculuğu esas alan ve ritüelleriyle birçok toplum ve dini etkilemiş kadim bir inanç sistemidir. Ruhsal ve metafizik süreçlerle ilgilenen ve teknoloji hapishanesinden kurtulmak isteyen birçok insan, bu inanç sistemini öğrenmeye ve uygulamaya merak sarmıştır. Günümüzdeki adıyla Neo Şamanizm, insanın ruhuna işleyen doğasıyla dünyanın dört bir yanından insanları Sibirya ve Orta Asya bozkırlarına çekmiştir. Şamanizm inanç sistemi, diğer dinlere gösterdiği saygı, kadına gösterdiği önem, canlılara ve doğaya verdiği değer ile evrensel bir nitelik taşımaktadır.
3.Şamanizm Nedir? Şaman
Kime Denir? , Nesrin Bayraktar
İnsanlık tarihi kadar eski olan Şamanizm, tüm dinlerin çıkış kaynağı olarak kabul edilen bir inanç sistemidir. Temelinde...
ŞAMANİZM GERÇEĞİ
İnsanlık tarihi kadar eski
olan Şamanizm, tüm dinlerin çıkış kaynağı olarak kabul edilen bir inanç
sistemidir. Temelinde Gök Tanrı inancı bulunan bu sistemde, ata ruhlar ve doğal
varlıklar (canlılar, ateş ,su vb.) kutsal sayılmıştır. Şamanizm, başta Sibirya
ve Asya kıtasının büyük çoğunluğunda
etkisini göstermiş, Moğol ve İslamiyet öncesi Türklerde din olarak
benimsenmiştir. Ayrıca benzerlikleri sebebiyle Kızılderelilerin, Aborjinlerin,
Amazon kabilelerinin ve bazı Afrika ilkel toplumlarının inanç sistemlerinde
Şamanizm etkileri görülmektedir. Günümüzde Anadolu'da İslamiyetle geldiğini düşündüğümüz birçok
adet ve teamüllerimiz bu inancın birer kalıntısı ve mirasıdır. Şamanizmi diğer
dinlerden ayıran en büyük özelliği, bütün dinleri ve ibadetleri kutsal
saymasıdır. Çünkü diğer dinlerde yapılan ibadet ve dualar, Gök Tanrıya ve doğaya şükrün bir ifadesidir.
Peki günümüzde de Neo-Şamanizm olarak varlığını sürdüren ve her geçen gün
inananlarının sayısının arttığı bu inanç sisteminin özellikleri nelerdir?
İNANÇ SİSTEMLERİ
Şaman inanç sisteminin temelinde, Gök Tanrı'nın yarattığı herşeye sonsuz
bir sevgi ve saygı vardır. Bitkiler ve hayvanların tıpkı insanlar gibi ruhu
olduğuna inanırlar. Örneğin bir yerde büyük bir ağaç gördüklerinde yada bir
hayvana denk geldiklerinde selam verirler. Güneş, ateş, su ve atalarının
ruhları kutsanmıştır. İnsan soyunun sonsuz şekilde devam edeceğine inanılır.
Şaman inancında herhangi bir kutsal kitap yoktur. Bir ağacı sevmek yada güzel
sözler söylemek bile ibadet sayılır. Doğaya karşı sonsuz bir sevgi beslerler.
Şamanlık inancında amaç, transa geçerek doğa üstü varlıklar ve ata ruhlarla
iletişim kurmak ve onları toplum yararına kullanmaktır. Şamanizm, çeşitli din
ve dünya görüşlerini birleştiren dinsel ve büyüsel bir inanç sistemidir.
Şamanizmde bireyler ile onun yıllar önce ölmüş ataları arasında kuvvetli bağlar
olduğuna inanılır.
Şamanlarda, yer, gök ve yeraltı olmak üzere üç alem bulunmaktadır. Yer,
insanların yaşadığı yeryüzünü, Gök iyiliği ve güzelliği temsil eden ruhların
bulunduğu semayı, yeraltı ise insanlara zarar veren habis ruhların bulunduğu
alemi simgeler. Eski Türklerde iyi ruh "Ülgen", kötü ruh
"Erlik" olarak adlandırılmıştır. Şamanlar bu alemlere geçiş yapabilen
ve aynı zamanda geçiş noktasında aracı rolü üstlenen kişilerdir. Gök Tanrı
semanın en üst tabakasında yer alır. Tanrı insan şeklinde tasvir edilen en yüce ruhtur ve dünyadaki herşey
onun kontrolündedir.
Bu üç alem birbirine bağlıdır ve aralarında geçitler bulunmaktadır.
Ölenlerin ruhları bu alemleri kullanarak geçiş yaparlar. Yine şamanizm
inancında, semaya yükselmeden önce yeraltı alemine inmek şarttır. Yani, önce
dibi görmek sonra semaya yükselmek felsefefi benimsenmiştir. Gök aleminin diğer
adı gölgeler diyarıdır. Gök dokuz, yeraltı yedi tabakadan oluşur. Hastalarını
iyileştirmek isteyen bir Şaman, transa geçerek göğe yükselmeye çalışır.
İslamiyetteki cennet cehennem inancı gibi, kişi öldüğünde ya gölgeler diyarına
ya da yer altına gider. Bazı Şaman topluluklarında kişilerin üç canı olduğuna,
öldüğünde birinin mezarda kaldığına, birinin yeraltına diğerinin ise semaya
yükseldiğine inanılır.
ŞAMANLAR
Şamanizmin öğretisinin en önemli figürü, Türk kaynaklarında Kam olarak
belirtilen şamanlardır.Birçok batılı kaynaklarda, Sibirya sihirbazı, büyücü ve
şifacı olarak geçmektedir. Şamanlar, genellikle diğer alemlere geçmek ve geçişe
aracı olmak, insanları kötü ruhlardan korumak, dini törenler düzenlemek,
hastalıklara şifa bulmak gibi görevler üstlenirler. Şaman inanışında kadınlar ayrı bir öneme
sahiptir ve Şamanlar genellikle kadınlardan seçilmektedir.
Şaman olacak kişilerin, bir
şamanın soyundan gelmesi şarttır. Şaman adayları, sıkı ve yaklaşık 15 yıl süren
uzun bir eğitimden geçerler. Şamanlar eğitim verecekleri bireyleri seçtikleri
gibi adaylarda şamanı seçebilir. Şaman adayları ergenlik döneminden itibaren
kendini toplumdan soyutlamaya başlar ve doğa üstü varlıklarla iletişim kurmaya
ve diğer alemlere geçiş yapmaya odaklanır. Bu soyutlama tüm hayatı boyunca devam
eder. Şaman olacak kişilerde ortaya çıkan belirtiler ise şaşırtıcıdır.
Adaylarda titreme, baş dönmesi, haberci rüyalar görme, yüksek sesle bağırma ve
epilepsiye benzer krizler başlamışsa bu diğer alemlerle iletişime geçtiğinin
ilk işaretleri olarak sayılır. Bu süreçte, sırra erme, cehenneme iniş, göğe
yükselme deneyimlerini yaşarlar.
Şaman ritüellerinin en
önemli özelliklerinden biri, üzerinde hayvan kalıntılarının bulunduğu
kıyafetlerdir. Çünkü şamanlar diğer alemlere geçiş sırasında bazı hayvanların
suretine girmenin geçişi kolaylaştırdığına inanır. Bu kıyafetlere manyak adı
verilir. Dini ayinlerde davul ve insan sesinin önemli bir yeri vardır. Yapılan
müziklerin şamanın yer altına iniş ya da gökyüzüne yükselişinde önemli rolü
olduğu düşünülür. Şamanların geleceği bilme, şifacılık, çift bedenleme ve büyü
yapma gibi birçok yeteneği olduğuna inanılır. Şaman soyundan gelen ve hakkında
işaretler ortaya çıkan ancak şaman olmayı kabul etmeyen kişinin hastalanarak ya
da delirerek hayatını kaybedeceği inancı yaygındır.
Peki ilk şaman olan kişi kimdir? Buryat Efsanesine göre, Gök Tanrı
insanı yarattıktan sonra kötü ruhları yaratmıştır.Bu kötü ruhlar insanlara
hastalık ve ölüm getirmeye başlayınca insanları kurtarması için, Gök Tanrı bir
kartal yaratır. Bu kartal insanların dilini bilmediği için iletişime geçemez.
Bunun üzerine kartal Gök Tanrı'dan kendisine insanlarla aynı dili konuşma
yeteneği ya da onlara şaman göndermesini ister. Gök Tanrı, kartalın ikinci
dileğini kabul ederek kendisini insan suretinde tekrar dünyaya gönderir.
Dünya'ya dönen kartal ağacın altında gördüğü bir kadınla beraber olur ve ilk
şaman dünyaya gelir.
ŞAMAN ADETLERİNİN ANADOLUYA YANSIMALARI
Türklerin İslamiyetten önce çok uzun bir süre bağlı kaldığı Şamanizm İnancının birçok teamülü halen toplumumuzda yaşatılmaktadır. İslam kültüründen geldiğini düşündüğümüz bu teamüllerin başlıcaları;
- Kurşun dökmek: Şamanizmde kut dökme ismiyle alınır. Amaç musallat olan kötü ruhların kovulmasıdır.
- Su dökerek uğurlama: Gidenin arkasından su dökmek şamanizmde su kültünün doğurduğu bir adettir.
- Türbelere ağaçlara çaput bağlamak: Şamanizmde dilek dileme şeklidir. Çünkü ağaçlar yaşamın sembolüdür.
- Nazar Boncuğu: Kötü ruhları kovmak ve kem gözlerden sakınmak için kullanılan Eski bir Şaman adetidir. İslamiyette ise, tam tersine nazar boncuğunun kötü ruhları topladığına inanılır.
- Tahtaya vurmak: Şamanlar, ormana girdiklerinde ağaçlara vurup, gürültü çıkararak kötü ruhları kaçırdıklarına inanırlar. Bu adet Hristiyan toplumlarda da yer etmiştir.
- Kırmızı Kurdele: Şamanizmde, lohusa döneminde anne ve çocuğunu Alkarısı denen şeytandan korumak için kullanılır.
- Mezar Taşı ve mezarlarda bulunan küçük suluklar: İslamiyette ve Arap toplumlarında mezar taşı kültürü yoktur. Mezarın toprakla bütünleşmesi ve kaybolması istenir. Küçük suluklar da yine susayan ruhların su içmesi inancına dayanır.
- Mevlit, İlahiler ve 40 sayısı: İslam dininde ölünün arkasından mevlit okunması diye bir uygulama yoktur. Müzik eşliğinde Kuran okunması ve dua edilmesi günah sayılmıştır. Yine Şamanizm ve totemcilik inancına göre ruh bedeni 40'ıncı gün terk etmektedir. Bu adet günümüzde ölünün kırkı çıkmasının beklenmesi ve kırkı çıktıktan sonra mevlit okunması gibi adetlere dönüşmüştür.
- Ölünün üzerine bıçak konulması: Ölen kişinin ruhunun habis ruhlardan korumak maksadıyla yapılan bir şaman adetidir.
Sonuç olarak Şamanizm, insanlık tarihi kadar eski, ruhsal yolculuğu esas alan ve ritüelleriyle birçok toplum ve dini etkilemiş kadim bir inanç sistemidir. Ruhsal ve metafizik süreçlerle ilgilenen ve teknoloji hapishanesinden kurtulmak isteyen birçok insan, bu inanç sistemini öğrenmeye ve uygulamaya merak sarmıştır. Günümüzdeki adıyla Neo Şamanizm, insanın ruhuna işleyen doğasıyla dünyanın dört bir yanından insanları Sibirya ve Orta Asya bozkırlarına çekmiştir. Şamanizm inanç sistemi, diğer dinlere gösterdiği saygı, kadına gösterdiği önem, canlılara ve doğaya verdiği değer ile evrensel bir nitelik taşımaktadır.
KAYNAKÇA:
1. Şamanizm Nedir? Şamanizmin Mistik Doğa Kültürü Sizi
Bekliyor!, Cansu YUMUŞAK
2/14/2019
Toplumların davranış biçimleri, hayata bakış açıları ve olayları algılama şekilleri büyük farklılıklar göstermektedir. Bu farklılı...
DİLİN GÜCÜ: SAPİR-WHORF HİPOTEZİ
Toplumların davranış
biçimleri, hayata bakış açıları ve olayları algılama şekilleri büyük
farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıkların genellikle toplumların kültürel
yapıları ve geçmiş yaşamlarından elde ettikleri deneyimlere bağlı olarak
şekillendiği düşünülür. Peki bu noktada konuştuğumuz dilin, düşünce ve
davranışlarımız üzerinde etkisi var mı? Yani şuan anadilimiz Türkçe yerine
İngilizce olsaydı bu durum davranış ve düşüncelerimizi ne şekilde etkilerdi?
Sapir-Whorf Teorisine göre dilin yapısı ve zenginliği toplumlar arasındaki
düşünce ve davranış farklılıklarının temel nedeni...
1956 yılında bir dilbilimci olan Edward Sapir ve bir
sigorta memuru olan Benjamin Lee Whorf tarafından ortaya konulan hipotezde;
konuşulan dilin, insanların düşünce ve davranış biçimlerini ve hayatı algılama
şeklini önemli ölçüde etkilediğini iddia etmektedir. Bu hipotezin zayıf ve
güçlü olmak üzere 2 yönü bulunmaktadır. Zayıf yönünde, sadece dünyaya ait
algıların dille şekillendiği belirtilirken, güçlü yönünde, soyut kavrama
süreçlerinin de dilden etkilendiğini savunulur. Kısacası bu hipoteze
göre, "insanlar dünyayı olduğu gibi değil, anadillerinin
sunduğu biçimde görür."
Bu kapsamda Benjamin Whorf, Amerikan yerel dilleri olan Aztek, Apaçi, Notka ve Hopi dilleri üzerinde incelemelerde bulunmuştur. Hopi dilinde zaman kavramını belirten herhangi bir kelimenin bulunmadığını tespit eden araştırmacı, bu toplumda zamanı algılama biçimlerinin, zamanı gramatik yapıda ifade eden bir dili konuşan toplumlardan farklı olduğunu iddia etmiştir. Yine birçok dilde kar anlamına gelen bir tane kelime varken, Eskimolarda 14 adet kelimenin kar anlamına geldiği belirtilmektedir. Dolayısıyla, Eskimoların kara ait çok küçük farklılıkları diğer toplumlardan daha iyi algıladıklarını savunmaktadır.
Bu kapsamda Benjamin Whorf, Amerikan yerel dilleri olan Aztek, Apaçi, Notka ve Hopi dilleri üzerinde incelemelerde bulunmuştur. Hopi dilinde zaman kavramını belirten herhangi bir kelimenin bulunmadığını tespit eden araştırmacı, bu toplumda zamanı algılama biçimlerinin, zamanı gramatik yapıda ifade eden bir dili konuşan toplumlardan farklı olduğunu iddia etmiştir. Yine birçok dilde kar anlamına gelen bir tane kelime varken, Eskimolarda 14 adet kelimenin kar anlamına geldiği belirtilmektedir. Dolayısıyla, Eskimoların kara ait çok küçük farklılıkları diğer toplumlardan daha iyi algıladıklarını savunmaktadır.
Bu hipotez, Oscar ödüllü Arrival (Geliş) adlı filmde
ayrıntılı şekilde işlenmiştir. Söz konusu filmde dünyanın farklı 12 noktasına
uzaylılar inmiştir. Uzaylılarla iletişime geçmek isteyen Amerikan Devleti,
alanında başarılı olan ünlü bir dilbilimciyi görevlendirir. Bu iletişimi
sağlamaya çalışan dilbilimci kadın zamanla döngüsel şekillerden oluşan uzaylı
dilini öğrenmeye başlar ve öğrendikçe zaman algısı tamamen değişir. Çünkü
uzaylılarda zaman algısı insanlardaki gibi birbirini takip eder (geçmiş,
şimdiki zaman, gelecek) yapıda değildir. Onlar zamanı döngüsel olarak
algılamakta geçmiş ve geleceği de aynı anda yaşamaktadır. Uzaylıların dilini
öğrenen dilbilimci kadın bu sayede zaman zaman şimdiyi yaşarken, zaman zaman
gelecekte yaşadıklarını görmeye başlar. Kısacası öğrendiği yeni dil sayesinde
zamana bakış açısı tamamen değişmiştir.
Yine George Orwell
tarafından kaleme alınan 1984 romanında kutsanan bir sistem (parti) ve bu
sistemin bir dili (newspeak) bulunmaktadır. Oluşturulan bu dilde, sistem
karşıtı bütün kelimeler (özgürlük, barış) yokedilmeye çabalanmakta, böylece
sisteme karşı bir başkaldırının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Bu kelimeler
yok edildiği takdirde insanların bu tip eylemleri düşünemeyeceği ve harekete
geçemeyeceğine inanılır.
Yine alfabelerin yapı ve şekilleri üzerinde yapılan deneyler bu hipotez açışından örnek verilebilir. Bu kapsamda, çiçeğin büyüme evrelerini belli bir sıraya koymaları farklı toplumların bireylerinden istenmiştir. İngilizler için büyüme evresinin tamamlandığı çizimi en sağa koyarken, Araplar soldan sağa doğru yazdıkları için aynı çizimi en sola koyarlar. Çinliler bu sıralamayı yaparken yukarıdan aşağıya doğru yaparlar. Çünkü İngilizler için gelecek sağda, Araplar için solda, Çinliler için aşağıdadır. Yani toplumların gelecek algısı dil yapılarından dolayı farklılıklar göstermektedir.
Bilimsel olarak gerçekliliği kanıtlanmamış olan Sapir-Whorf hipotezi dil bilimciler ve araştırmacılar tarafından desteklendiği gibi, bazı açılardan eleştirilmiştir. Dil bilimciliğin en önemli temsilcilerinden biri olan Noam Chomsky'ye göre; bütün dillerin ortak gramer özellikleri taşıdığı ve dillerin şekillenmesinde zihinsel süreçlerin etkisi olduğunu savunmaktadır. Yine birçok araştırmacı, kelimelerin şekillenmesinde kültürel değerlerin ve cografi şartların etkisinin yadsınamaz bir gerçek olduğunu belirtmektedir.
Sonuç olarak, konuştuğumuz dilin hayata bakış açımız ve algılarımız üzerinde etkili olduğunu görebiliriz ancak bunun ne denli etkili olduğu konusu hala muammadır. Bu konu üzerinde araştırma yaparken, özellikle Arrival filminde anlatılan dünya dışı varlıkların dillerini öğrenmenin zamana bakış açımızı değiştireceği fikri birçok kişide büyük heyecan ve merak konusu olmuştur. Yine George Orwell'in başyapıtı olan 1984 romanında kurgulanan bazı kelimelerin yok edilerek insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirme olgusu çok etkileyici gözükmektedir. Örneğin gelecek nesilleri yetiştirirken savaş, çatışma kelimelerini tamamen dilimizden ve yazılı kaynaklarımızdan çıkarsak, bireylerin bu konuda düşünmesini ve harekete geçmesini önleyebilir miyiz? Hiç savaş kelimesini duymamış gelecek nesiller yine de menfaatleri için savaşırlar mı? Tabi bunlar tamamen ütopik düşünceler...Son olarak bu teoriden şu sonucu çıkarabiliriz ki, öğrendiğimiz her yeni dil bizim bu dünyayı daha geniş ve ayrıntılı algılamamıza ve anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu hipotez
kapsamında Türkçe ve İngilizceyi karşılaştıralım. Bilindiği üzere, İngilizcede
akrabalar için kullanılan kelimeler çok sınırlıdır. Dayı ve amca için uncle,
teyze ve hala için aunt kelimeleri kullanılırken, Türkçemizde ise amca, hala,
dayı, teyze,yenge gibi akrabalık ilişkileri için birçok kelime
kullanılmaktadır. Bu açıdan incelendiğinde İngilizlerin aile ve akrabalık
ilişkilerine çok sıcak bakmadığı, bunu karşın Türklerde aile ve akrabalık
bağlarının kuvvetli olduğunu görebiliriz. Yine İngilizce de küfür olarak
sayılabilecek az kelime mevcutken, Türkçede daha fazla küfür ve argo kelimenin
olduğunu söyleyebiliriz. Bu örnek açısından incelediğimizde ise, İngilizlerin
daha sakin, Türklerin ise daha fazla küfür içeren cümleler kullandıkları için
daha kavgacı ve öfkeyle hareket ettiği değerlendirilebilir.
Yine alfabelerin yapı ve şekilleri üzerinde yapılan deneyler bu hipotez açışından örnek verilebilir. Bu kapsamda, çiçeğin büyüme evrelerini belli bir sıraya koymaları farklı toplumların bireylerinden istenmiştir. İngilizler için büyüme evresinin tamamlandığı çizimi en sağa koyarken, Araplar soldan sağa doğru yazdıkları için aynı çizimi en sola koyarlar. Çinliler bu sıralamayı yaparken yukarıdan aşağıya doğru yaparlar. Çünkü İngilizler için gelecek sağda, Araplar için solda, Çinliler için aşağıdadır. Yani toplumların gelecek algısı dil yapılarından dolayı farklılıklar göstermektedir.
Bilimsel olarak gerçekliliği kanıtlanmamış olan Sapir-Whorf hipotezi dil bilimciler ve araştırmacılar tarafından desteklendiği gibi, bazı açılardan eleştirilmiştir. Dil bilimciliğin en önemli temsilcilerinden biri olan Noam Chomsky'ye göre; bütün dillerin ortak gramer özellikleri taşıdığı ve dillerin şekillenmesinde zihinsel süreçlerin etkisi olduğunu savunmaktadır. Yine birçok araştırmacı, kelimelerin şekillenmesinde kültürel değerlerin ve cografi şartların etkisinin yadsınamaz bir gerçek olduğunu belirtmektedir.
Sonuç olarak, konuştuğumuz dilin hayata bakış açımız ve algılarımız üzerinde etkili olduğunu görebiliriz ancak bunun ne denli etkili olduğu konusu hala muammadır. Bu konu üzerinde araştırma yaparken, özellikle Arrival filminde anlatılan dünya dışı varlıkların dillerini öğrenmenin zamana bakış açımızı değiştireceği fikri birçok kişide büyük heyecan ve merak konusu olmuştur. Yine George Orwell'in başyapıtı olan 1984 romanında kurgulanan bazı kelimelerin yok edilerek insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirme olgusu çok etkileyici gözükmektedir. Örneğin gelecek nesilleri yetiştirirken savaş, çatışma kelimelerini tamamen dilimizden ve yazılı kaynaklarımızdan çıkarsak, bireylerin bu konuda düşünmesini ve harekete geçmesini önleyebilir miyiz? Hiç savaş kelimesini duymamış gelecek nesiller yine de menfaatleri için savaşırlar mı? Tabi bunlar tamamen ütopik düşünceler...Son olarak bu teoriden şu sonucu çıkarabiliriz ki, öğrendiğimiz her yeni dil bizim bu dünyayı daha geniş ve ayrıntılı algılamamıza ve anlamamıza yardımcı olacaktır.
2/11/2019
Ruanda Soykırımı 20'nci
yüzyılın en tüyler ürpertici katliamlarından biri olarak tarihe büyük bir kara
leke olarak kazınmıştır. Orta Afrika'da küçük bir ülke olan Ruanda'daki
olayların temeli ortak dil, gelenek ve kültürlere sahip, yüzyıllardır barış
içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri arasında çıkarılan suni bir ırksal
ayrılıktan kaynaklanmaktadır. Birçok insanın ismini bile duymadığı bu ülke
bugün soykırımla eş anlamlı tutulmaktadır. Bu ayrımın yıllarca toplum üzerinde
oluşturduğu travmalar tarihin en büyük katliamlarından birine sebep olmuştur.
Peki aynı kültürel değerlere sahip bir toplumda bu süreç nasıl meydana geldi?
1890 Brüksel Konferansında, bölgede hiç Alman bulunmamasına rağmen Ruanda'nın yönetimi sömürgeci güçlerce Almanlara verilmiştir. I.Dünya Savaşına kadar Almanya idaresinde kalan Ruanda, savaş sonrası dönemde Almanya sömürgeliğinden çıkıp Belçika egemenliğine girmiştir. Belçika'nın Ruanda toplumu üzerinde yarattığı sınıfsal, ekonomik ve siyasal ayrışma, parçalı bir toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Tarih boyunca huzur içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri Belçikalılar tarafından tekrar sınıflandırılmış ve bu sınıflamaya uygun olarak farklı kimlik kartları verilmiştir. Bu ayrımı yaparken ince, narin ve güzel görünümlü olan, ekonomik şartları iyi (10 inekten fazlası olan) ve eğitimli olan bireyleri Tutsi geri kalan kesimi ise Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Bu süreçten sonra azınlığın çoğunluğu yönettiği bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Buna göre Tutsiler gerek devlet yönetiminde, gerek devlet kadrolarında en iyi mevkileri ele geçirmişlerdir. Buna karşın Hutular ise devletin bütün sosyal olanaklarından mahrum bırakılmışlardır.
II.Dünya savaşından sonra yayılan özgürlükçü akımların etkisiyle Belçika Hutular üzerindeki baskıyı azaltmıştır. Birleşmiş Milletlerin kontrolünde yapılan seçimi Hutuların milliyetçi partisi PARMEHUTU'nun kazanmasından sonraki süreçte, yılların verdiği intikam duygusuyla Tutsilere yönelik ayrımcılık ve katliamlara başlanmıştır. Bu süreçte yaşanan çatışmalarda, 100 bine yakın Tutsi katledilmiş, 200 bine yakın Tutsi komşu ülkeler olan Tanzanya ve Uganda'ya sığınmıştır. Bundan sonraki süreçte aşamalı olarak birçok Tutsi öldürülmüş ve göçe maruz bırakılmıştır. 1973'te meydana gelen darbe ile PARMEHUTU hükümeti düşürülmüş, ancak yerine gelen Juvenal Habyarimana'nın da bir Hutu milliyetçisi olması sebebiyle Tutsiler açısından bir değişiklik olmamıştır.
1980'lere kadar gördükleri eziyetler ve katliamlar sebebiyle göç eden Tutsilerin çevre ülkelerdeki nüfusu 500 bini aşmıştır. Bu ülkelerde önemli konumlara gelen Tutsiler, ülkelerine tekrar dönebilmek için örgütlemiş ve Ruanda Yurtseverler Birliğini kurmuştur. Öncelikle diplomasi yoluyla anlaşmaya çalışan bu organizasyon, başarılı sağlayamayınca askeri mücadele yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, 1990 'lara kadar aşama aşama iç savaşa sürüklenen bir süreç ortaya çıkmıştır. 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşmayı tanımayan radikal Hutular'dan oluşan Interahamwe Hareketi Tutsiler'in tümüyle yokedilmesi için çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlenmiştir. Ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle silah alamayan bu gruplar, Çin'den tonlarca satır ve pala siparişi vermiştir. Bu süreçte Interahamwe'ye bağlı radyolarda 'Hamam böceklerini öldürün' anonslara yapılmaya başlanmış ve maalesef beklenen kıvılcım 6 Nisan 1994'te Ruanda Devlet Başkanının uçağının düşürülmesiyle alevlenmiştir.
6 Nisan 1994 ve sonrası süreçte radikal Hutular harekete geçmiş ve öncelikle fişledikleri insanları öldürmeye başlamıştır. Bu süreçte ABD, 11 BM askerinin öldürülmesini bahane ederek bölgeden askerlerin çekilmesini istemiş ve bu kabul edilmiştir. Artık çoğunluk olan radikal Hutular'ın azınlık olan Tutsiler üzerinde katliamı başlamıştır. Hatta o dönem Ruanda'ın ılımlı bir Hutu olan kadın Başbakanı Agathe Uyuling uçağın düşürülmesinden 1 gün sonra Ruanda ordusundaki işbirlikçiler tarafından öldürülmüştür. Yıllardır komşuluk ilişkisi içinde bulunan insanlar birbirlerini satır ve palalarla doğramaya başlamıştır. Eskiden ülkeyi terketmelerine izin verilen Tutsilerin kaçmasını engellemek amacıyla tüm sınırlar tutulmuştur. Katliamı haber alan Ruanda Yurtseverler Birliği harekete geçmiş ve başkent Kigari'ye kadar gelerek, Hutulu milislerle savaşmaya başlamıştır. Bunu bir terörist eylem olarak gören ve önceki süreçte kılını kıpırdatmayan Fransa Hutu hükümetine yardım etmeye karar vermiştir.
Bunun yanı sıra, BM katliam gerçekleştikten sonra Ruanda'da Turkuaz operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonda en büyük rolü üstlenen Fransa, Ruanda Yurtseverler Birliğinin çatışma bölgelerine girmesini engellemiş ve yaklaşık 200 bin Tutsilinin daha ölmesine seyirci kalmıştir. Kısacası Turkuaz operasyonu katliamı engellemekten çok Hutu milislerinin katliamlarını rahat bir şekilde devam etmelerine önayak olmuştur. Hutu milislerine istihbarat ve silah desteği sağlayan Fransızlar bölgeden çekildikten sonra, Ruanda Yurtseverler Birliğinin ve kalan Tutsilerin intikam almasında korkan katliamcı Hutu milisleri ve yaklaşık 2 milyon Hutu çevre ülkelere sığınmışlardır. Ruanda Yurtseverler Birliği askerleri başkent Kigaliyi ele geçirdiğinde artık herşey için çok geç olduğu anlaşılmıştır.
Tarihin en büyük soykırımlarından biri olarak görülen Ruanda Katliamının acı bilançosu tüyler ürperticidir. 100 gün süren çatışmalarda pala ve çivili sopalarla Tutsilerden ve ılımlı Hutulardan yaklaşık 800 bin insan öldürülmüş sadece 300 bin insan sağ olarak kurtulabilmiştir. Soykırımın sonunda 250 – 500 bin arası kadına tecavüz edilmiştir. Halka hizmet veren bütün kurumları işlemez hale gelmiş ve üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi tam anlamıyla toparlanamamıştır. Yine aynı dönemde baş gösteren açlık sebebiyle 1 milyona yakın köpek katledilmiştir.
Ruanda Soykırımı 20'nci yüzyılın en tüyler ürpertici katliamlarından biri olarak tarihe büyük bir kara leke olarak ka...
İNSANLIĞIN UTANCI: RUANDA SOYKIRIMI
1890 Brüksel Konferansında, bölgede hiç Alman bulunmamasına rağmen Ruanda'nın yönetimi sömürgeci güçlerce Almanlara verilmiştir. I.Dünya Savaşına kadar Almanya idaresinde kalan Ruanda, savaş sonrası dönemde Almanya sömürgeliğinden çıkıp Belçika egemenliğine girmiştir. Belçika'nın Ruanda toplumu üzerinde yarattığı sınıfsal, ekonomik ve siyasal ayrışma, parçalı bir toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Tarih boyunca huzur içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri Belçikalılar tarafından tekrar sınıflandırılmış ve bu sınıflamaya uygun olarak farklı kimlik kartları verilmiştir. Bu ayrımı yaparken ince, narin ve güzel görünümlü olan, ekonomik şartları iyi (10 inekten fazlası olan) ve eğitimli olan bireyleri Tutsi geri kalan kesimi ise Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Bu süreçten sonra azınlığın çoğunluğu yönettiği bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Buna göre Tutsiler gerek devlet yönetiminde, gerek devlet kadrolarında en iyi mevkileri ele geçirmişlerdir. Buna karşın Hutular ise devletin bütün sosyal olanaklarından mahrum bırakılmışlardır.
II.Dünya savaşından sonra yayılan özgürlükçü akımların etkisiyle Belçika Hutular üzerindeki baskıyı azaltmıştır. Birleşmiş Milletlerin kontrolünde yapılan seçimi Hutuların milliyetçi partisi PARMEHUTU'nun kazanmasından sonraki süreçte, yılların verdiği intikam duygusuyla Tutsilere yönelik ayrımcılık ve katliamlara başlanmıştır. Bu süreçte yaşanan çatışmalarda, 100 bine yakın Tutsi katledilmiş, 200 bine yakın Tutsi komşu ülkeler olan Tanzanya ve Uganda'ya sığınmıştır. Bundan sonraki süreçte aşamalı olarak birçok Tutsi öldürülmüş ve göçe maruz bırakılmıştır. 1973'te meydana gelen darbe ile PARMEHUTU hükümeti düşürülmüş, ancak yerine gelen Juvenal Habyarimana'nın da bir Hutu milliyetçisi olması sebebiyle Tutsiler açısından bir değişiklik olmamıştır.
Ruanda Yurtseverler Cephesi |
1980'lere kadar gördükleri eziyetler ve katliamlar sebebiyle göç eden Tutsilerin çevre ülkelerdeki nüfusu 500 bini aşmıştır. Bu ülkelerde önemli konumlara gelen Tutsiler, ülkelerine tekrar dönebilmek için örgütlemiş ve Ruanda Yurtseverler Birliğini kurmuştur. Öncelikle diplomasi yoluyla anlaşmaya çalışan bu organizasyon, başarılı sağlayamayınca askeri mücadele yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, 1990 'lara kadar aşama aşama iç savaşa sürüklenen bir süreç ortaya çıkmıştır. 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşmayı tanımayan radikal Hutular'dan oluşan Interahamwe Hareketi Tutsiler'in tümüyle yokedilmesi için çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlenmiştir. Ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle silah alamayan bu gruplar, Çin'den tonlarca satır ve pala siparişi vermiştir. Bu süreçte Interahamwe'ye bağlı radyolarda 'Hamam böceklerini öldürün' anonslara yapılmaya başlanmış ve maalesef beklenen kıvılcım 6 Nisan 1994'te Ruanda Devlet Başkanının uçağının düşürülmesiyle alevlenmiştir.
6 Nisan 1994 ve sonrası süreçte radikal Hutular harekete geçmiş ve öncelikle fişledikleri insanları öldürmeye başlamıştır. Bu süreçte ABD, 11 BM askerinin öldürülmesini bahane ederek bölgeden askerlerin çekilmesini istemiş ve bu kabul edilmiştir. Artık çoğunluk olan radikal Hutular'ın azınlık olan Tutsiler üzerinde katliamı başlamıştır. Hatta o dönem Ruanda'ın ılımlı bir Hutu olan kadın Başbakanı Agathe Uyuling uçağın düşürülmesinden 1 gün sonra Ruanda ordusundaki işbirlikçiler tarafından öldürülmüştür. Yıllardır komşuluk ilişkisi içinde bulunan insanlar birbirlerini satır ve palalarla doğramaya başlamıştır. Eskiden ülkeyi terketmelerine izin verilen Tutsilerin kaçmasını engellemek amacıyla tüm sınırlar tutulmuştur. Katliamı haber alan Ruanda Yurtseverler Birliği harekete geçmiş ve başkent Kigari'ye kadar gelerek, Hutulu milislerle savaşmaya başlamıştır. Bunu bir terörist eylem olarak gören ve önceki süreçte kılını kıpırdatmayan Fransa Hutu hükümetine yardım etmeye karar vermiştir.
Bunun yanı sıra, BM katliam gerçekleştikten sonra Ruanda'da Turkuaz operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonda en büyük rolü üstlenen Fransa, Ruanda Yurtseverler Birliğinin çatışma bölgelerine girmesini engellemiş ve yaklaşık 200 bin Tutsilinin daha ölmesine seyirci kalmıştir. Kısacası Turkuaz operasyonu katliamı engellemekten çok Hutu milislerinin katliamlarını rahat bir şekilde devam etmelerine önayak olmuştur. Hutu milislerine istihbarat ve silah desteği sağlayan Fransızlar bölgeden çekildikten sonra, Ruanda Yurtseverler Birliğinin ve kalan Tutsilerin intikam almasında korkan katliamcı Hutu milisleri ve yaklaşık 2 milyon Hutu çevre ülkelere sığınmışlardır. Ruanda Yurtseverler Birliği askerleri başkent Kigaliyi ele geçirdiğinde artık herşey için çok geç olduğu anlaşılmıştır.
Tarihin en büyük soykırımlarından biri olarak görülen Ruanda Katliamının acı bilançosu tüyler ürperticidir. 100 gün süren çatışmalarda pala ve çivili sopalarla Tutsilerden ve ılımlı Hutulardan yaklaşık 800 bin insan öldürülmüş sadece 300 bin insan sağ olarak kurtulabilmiştir. Soykırımın sonunda 250 – 500 bin arası kadına tecavüz edilmiştir. Halka hizmet veren bütün kurumları işlemez hale gelmiş ve üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi tam anlamıyla toparlanamamıştır. Yine aynı dönemde baş gösteren açlık sebebiyle 1 milyona yakın köpek katledilmiştir.
Savaş sonrası süreçte sorumluların bulunup cezalandırılmasına çalışılmış
olsa da, sorumlu kişilerin fazlalığı ve katliamın meydana getirdiği etki
sebebiyle yargı sistemi işlemez hale gelmiştir. Kendi mahkemelerini kuran yerel
halk, katliamın büyüklüğü sebebiyle sadece 3'ten fazla insan öldüren kişileri
(!) yargılayabilmiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler
gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurulmuştur. Tek
elle tutulur ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu'ya
verilen 30 yıllık(?) ceza olmuştur.
Sonuç olarak, yüzbinlerce
masum insanın hayatını kaybettiği bu katliamın kazananı olmamış ve Ruanda
toplumunda bir daha asla onarılmayacak yaralar açmıştır. Ruanda katliamı,
özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan toplumlar için büyük bir ders
niteliğindedir. İnsanları ötekileştirmenin ve etnik kimlik ayrımcılığı
ile siyaset yapılmasının ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en bariz
örneğidir. Küresel güçlerin kendine menfaat sağlamayacağını düşündüğü yerlerde
insan hakları ihlallerine, katliamlara hatta soykırımlara nasıl sessiz
kaldıklarının en açık göstergesi olmuştur. Ruanda'da böyle olduğu gibi Bosna'da
da aynısı olmuş ve gelecekte de aynısı olacaktır. Ayrıca dikkat edildiğinde bu
süreçlerin öyle bir anda olmadığını, geçmişten günümüze aşama aşama geliştiğini
görmekteyiz Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde; Alevi-Sünni, Sağ-Sol ve Türk-Kürt olmak
üzere dış güçler tarafından tetiklenebilecek tehlikeli kırılma noktaları
bulunmakta olup, zaman zaman küresel güçler tarafından harekete geçirilmeye
çalışılmıştır. Bu sebeple insanların duyarlı olması ve hükümetlerin etnik, dini
ve ideolojik olmayan ve tüm halkı kucaklayan siyaset yapmaları ülkemiz
açışından en büyük zorunluluktur.
KAYNAKÇA:
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
İranlı
sanatçı Farid Farjad'ın dediği gibi 'Dünyada yüzlerce millet,dil,din,mezhep
olabilir.Ama sadece iki çeşit insan var;vicdanı olan ve vicdanı olmayan.
KAYNAKÇA:
2. Ruanda Katliamı ve
Küresel Güçler, Serhat ORAKÇI
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
2/06/2019
Bu fıkra aslında birçoğumuzun yaşamının bir özetidir. Hayatımız ile ilgili alacağımız kararlarda, yapacağımız işlerde hep çevrenin hakkımızdaki düşüncelerini fazlasıyla önemseriz. El alem ne der algısı çocukluktan itibaren özellikle aile tarafından bizlere empoze edilmektedir. Eğer sürekli üstünüzde bu baskıyı hissediyorsanız ve yaptığınız iş ve eylemlerde çevrenin tepkisine göre hareket ediyorsanız el alem ne der hapishanesine hoşgeldiniz. Toplumsal bir kontrol mekanızması olan 'el alem ne der hapishanesi' zaman zaman sizi siz olmaktan alıkoyabilmektedir. Diğer insanların ne düşündüğü ya da ne şekilde tepki vereceğini düşünerek onlardan onay almadan karar veremeyen ve kendini kısıtlayan bireyler bir açıdan kendi hayatlarından çok çevresindeki insanların hayatlarını yaşamaktadır.
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider. Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir...
EL ALEM NE DER HAPİSHANESİ
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider.
Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir grup
kendilerine 'Hoca hoca zavallı eşeğe hiç acımaz mısın iki kişi binmişsiniz '
der. Bunun üzerine Nasreddin Hoca gruba hak verir ve oğlunu indirip ilerlemeye
devam ederler. Yolda karşılarına çıkan bir diğer grup 'Hoca Hoca ayıp değil mi
çocuğu yürütüyorsun kendin rahatını düşünüp eşşeğe binmişsin' der. Nasreddin
Hoca bu gruba da hak verir. Kendisi iner çocuğunu eşşeğe bindirir ve yola
kaldıkları yerden devam ederken yine bir grupla karşılaşırlar. Grup kendi
arasında ' Görüyorsunuz dimi zamane çocukları böyle büyüğe hiç saygı kalmamış
kendi eşeğe binerken babasını yürütüyor' derler. Bu söz oğlunun ağırına gider
ve o da eşekten iner. Eşek önde Nasreddin Hoca ve oğlu arkada yollarına devam
ederler. Yeni bir grupla karşılaşırlar. Bu grupta 'Şu enayilere bak, eşek
boşken arkadan yayan gidiyorlar' der. Bunu duyan Nasreddin Hoca oğluna dönerek
'Görüyorsun ya oğlum elalem böyledir, ağızları torba değil ki büzesin' der.
Bu fıkra aslında birçoğumuzun yaşamının bir özetidir. Hayatımız ile ilgili alacağımız kararlarda, yapacağımız işlerde hep çevrenin hakkımızdaki düşüncelerini fazlasıyla önemseriz. El alem ne der algısı çocukluktan itibaren özellikle aile tarafından bizlere empoze edilmektedir. Eğer sürekli üstünüzde bu baskıyı hissediyorsanız ve yaptığınız iş ve eylemlerde çevrenin tepkisine göre hareket ediyorsanız el alem ne der hapishanesine hoşgeldiniz. Toplumsal bir kontrol mekanızması olan 'el alem ne der hapishanesi' zaman zaman sizi siz olmaktan alıkoyabilmektedir. Diğer insanların ne düşündüğü ya da ne şekilde tepki vereceğini düşünerek onlardan onay almadan karar veremeyen ve kendini kısıtlayan bireyler bir açıdan kendi hayatlarından çok çevresindeki insanların hayatlarını yaşamaktadır.
Konuya ilişkin basit bir örnek verelim. Meşhur düğünlerimiz... Türk örf
ve adetlerinde düğünün ayrı bir önemi vardır. Düğünün gösterişli olması aileler
için herşeyden elzemdir. Düğün gösterişli olmaz ise aileler kendilerinin rezil
olacağına inanırlar ve bu yüzden büyük bir koşuşturma içine girerler. Sözü,
nişanı, kınası, düğün salonu hepsi aile ve çift açısından büyük stres yaratır.
İşin maddi boyutuna gelirsek birkaç saat sürecek bir düğün için çiftler ve
aileler büyük bir masrafın ağırlığı altında ezilir ve önceden birikimleri yoksa
bu süreç yıllar sürebilir. Oysa sade bir nikah töreni ya da düğün yapılsa bu
çiftler hem bu yükün altında ezilmez hatta harcadıkları paranın çok küçük bir
kısmına örnek veriyorum Maldivler'de unutulmayacak rüya gibi bir balayı
gerçekleştirebilirler. Mantıklı düşündüğümüzde 3 4 saat sürecek düğünü
şatafatlı bir şekilde yapmak mı yoksa
Maldivler'de rüya gibi bir hafta tatil mi? Birçok insana ikinci seçenek
daha mantıklı gelsede, bu noktada el alem ne der baskısı devreye girer ve
insanların çoğunluğu birinci seçenekte hapsolur.
El alem ne der hapishanesi çocukluktan itibaren hayatımızda yer etmeye
başlar. Özellikle aileler çocuklarını yetiştirken toplumsal kalıplara sokmaya
başlarlar. Küçüklükten itibaren meslek
seçimlerinde aileler baskı kurmaya başlar. Bireyler toplumlarca değer gören
meslekler dışında alanlara yönelindiğinde aile ve çevrelerinden tepki görmeye
başlarlar ve kendilerini mutlu etmeyecek meslek seçimleri yapabilirler.
İlerleyen süreçte bu seçtikleri meslekte mutlu olmadıklarını gördüklerinde
radikal kararlar almaya çalışabilirler ancak bu noktada el alem ne der baskısı
tekrar devreye girer ve ömürlerini kendilerini tatmin etmeyecek bir iş
hayatında harcarlar.
Türk toplumunda özellikle kadınlar bu baskıyı çok daha derinden
hissetmektedir. Giyiminden, üniversite okuyacağı şehire kadar, meslek
seçiminden aile hayatına kadar her aşamada el alem ne der baskısını derinden
hisseder. Bu baskıya karşı koyduğunda zaman zaman şiddet görmekte ve olmadık
şekillerde yaftalanmaktadırlar. Bu durumu içselleştirmeye başlayan kadın kendi
benliğini kaybederek ömrünü bu hapishanede çürütmektedir. Örneğin kocası
tarafından şiddet gören eşler sırf toplum baskısı sebebiyle bu eziyetlere
katlanmaktadır. Çünkü toplumun kocasından ayrılmış kadına olan yanlış bakış
açısı hepimizin malumudur.
Özellikle eğitim seviyesi yüksek ve bireyselliğin ön planda olduğu
toplumlarda kişiler daha özgür ve radikal kararlar alabilmektedir. Bu
toplumlarda kişiler istedikleri çok
farklı alanlarda kendilerini geliştirmekte ve bu sürece aileleri destek
olmaktadır. Bunun dışında gelenekselci ve kapalı toplumlarda bireyler,
kararlarını toplumca kabul edilebilirlik süzgeçlerinden geçirme zorunluluğu
hissetmektedir ve aileler destek olmak bir yana dursun en büyük süzgeç görevi
görebilmekte ve el alem ne der hapishanesinin sözcülüğünü yapabilmektedir.
Türkiye'de 'sırtını devlete daya rahatına bak' mantığı özellikle orta kuşak
kesimin meslek seçimlerinde yanlış kararlar vermesine yol açmıştır.
Sonuç olarak, bireylerin
tutuklu oldukları bu hapishaneden kurtulmasının yolu, yine kendilerinin
göstereceği radikal değişimlerden geçmektedir. Öncelikle bireyler kendilerine
etki edecek çevreyi sınırlandırmalıdır. Kararlarını alırken kendi mutluluğunu
ve tatminini düşünmek herşeyden önemlidir. Bireylerde ben algısı oluşmalı,
sahip olduğu özgüvenle hayatına yönelik kararlarını kendisi vermeye çocukluktan itibaren alışmalı
ve başkalarına göre yaşamamalıdır. Bu noktada aileler çocuklarının önünde bir
engel değil en büyük destekçi olmalı,çocuklarının kararlarına saygı duymayı
öğrenmelidir. Bireyler bu özgüveni göstermedikleri sürece, tutukluluk halleri
hükümlülüğe, cezaları da müebbet hapise dönecek ve kendilerinin olmayan bir
ömür yaşayacaklardır. Ünlü sinema sanatçısı Bill Cosby'in dediği gibi;
Başarının sırrını bilmiyorum
ama başarısızlığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...