5/31/2019
İnsanlığın en büyük merak uyandıran gizemlerinden birisi hiç şüphesiz ölümden sonra ne olduğu konusudur. Hayatın en büyük realit...
ÖLÜME YAKIN DENEYİMLER
İnsanlığın en büyük merak uyandıran gizemlerinden birisi hiç şüphesiz ölümden sonra ne olduğu konusudur. Hayatın en büyük realitelerinden biri olan ölüm, canlıların bedensel işlevlerinin tamamen ortadan kalkması olarak tanımlanmaktadır. Materyalist bilim insanları insanın ölümüyle herşeyin sonlanacağını düşünürken, semavi kaynaklarda ruhun ölmediği ve hesaba çekileceği günü beklediği belirtilmektedir. Diğer taraftan bazı inanç sistemlerinde, ruhun yeni bir bedende tekrar doğacağına (reenkarnasyon) inanılmaktadır. Her saatte ortalama altı bin insanın öldüğü günümüzde, azımsanmayacak sayıda insanlar gerek tıbbi müdahalelerle gerek kendiliğinden tekrar hayata dönmektedir. Ölümle yeniden hayata dönme arasındaki bu küçük zaman diliminde kişilerin şahit olduğu ve bizzat tecrübe ettiği olaylara ölüme yakın deneyimler ismi verilmektedir. Özellikle koma halindeyken ve kalbi belli bir süre durup tekrar çalışan insanlar bu deneyimi yaşamaktadır. Hemen hemen hepimizin duyduğu bu tüyler ürpetici hikayelerin aslında birçoğunda ortak noktalar bulunmaktadır. Bu deneyimi tecrübe eden birçok insan yeni bir boyuta geçildiği konusunda hem fikirlerdir. Peki tecrübe edenlerin anlatılmasının çok zor olduğunu belirttiği ve çoğunlukla olumlu olan bu deneyimler nelerdir?
Ölüme yakın deneyimler yaşayan insanların anlattıkları, birçok bilim adamının bu konu üzerine eğilmesine neden olmuştur. Ölüme Yakın Deneyim terimi ilk olarak Amerikalı araştırmacı hekim Dr.Raymond Moody tarafından ortaya atılmış ve Dr. Raymond Moody ve Dr. Elisabeth Kubler Ross, bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları ve hastane raporları üzerinde çalışmıştır. Sundukları çalışmalarda; ölü teşhisi konulan kişilerin tekrar yaşama döndükleri süreç içerisinde odada dolaşarak yaşananları birebir hatırladıklarını (hemşire ve doktorlar arasındaki konuşmalar, yapılan müdahaleler), hatta sadece kendilerine müdahale yapılan odayı değil, diğer odalarda yaşanan olaylardan da bahsetmişlerdir. Bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları hastane çalışanları tarafından doğrulanmıştır. Bu konuda Amerika ve İngiltere'de yapılan çalışmalarda da ortalama %11-%23 arası bu deneyimi tecrübe eden insanlara rastlanmıştır. Bu açıdan baktığımızda her beş insandan birinin bu deneyimi yaşaması hiçte azımsanmayacak bir orandır. Bu konuda araştırma yapan bilim insanı Dr. Karlis Osis genel olarak ölüme yakın deneyimleri üç aşama altında incelemektedir.
Ölüme yakın deneyimlerin ilk aşaması ruhun bedeni ilk terkederken hissettiği ve hafiflik hissinin oluştuğu aşamadır. Bu aşamayı tecrübe eden insanların birçoğu ruhun bedenden ayrı olarak hareket ettiğini, hareketsiz duran bedenlerine yukarıdan baktıklarını, gökyüzüne doğru yükseldiklerini, bunun yanında mutlu, huzurlu ve sakin hissettiklerini belirtirler. Bu seviyenin bir diğer önemli ortak noktası deneyimcinin kendini fazlasıyla hafif hissetmesidir. Yine bu aşamada çocukluktan itibaren hayatından karelerin bir film şeridi gibi izlenmesi en sık karşılaşılan durumlardır. Zaten bizim toplumumuzda da son anda ölümden kurtulan birçok insan 'hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geçti' tabirini kullanmaktadır. Bu seviyede ortaya çıkan bir diğer deneyim ise, yaptıkları hatalardan oluşan pişmanlık hissi ile ortaya çıkan affedilme isteğidir.
...Babama söyledim kendimi kötü hissediyordum ve oturmaya ihtiyacım vardı. Sonra onun kolları arasında bayılarak düştüm. Hava geçirmez bir aleti yüzüme yapıştırdılar. Alet vücudumdaki oksijeni kuvvetlice çekti. Zaten birkaç dakikadır nefes almıyordum. Hatırladığım ilk şey sol tarafımda bir kadının 'nabzı durdu...nabzı durdu' deyişiydi. O kadına döndüm ve şu an konuştuğum gibi 'elbette nabızımı duyabilirsin yoksa şuan nasıl konuşabiliyorum' dedim ancak kadın beni duymuyordu. Daha sonra yukarıdan bana müdahale ettiklerini gördüm. Bu tüyler ürperticiydi....(Kimberly Clark Sharp, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden )
Ölüme yakın deneyimlerin ikinci aşaması ruhun bedeni terk ettikten sonra farklı bir boyuta geçtiği aşamadır. Bu aşama ölüme yakın deneyimlerde en mistik olayların yaşandığı kısımdır. Bu seviyeyi tecrübe eden kişilerin büyük çoğunluğu, bir ışık gördüklerini ve bu ışığın içinde oluşan bir tünelde ilerlediklerinden bahsederler. Farklı bir aleme geçiş olan bu seviyede deneyimciler, değişik renklerdeki yoğun ışık bulunan bir yolda ilerlediklerini bu yolculuk sırasında yakınlarını, melekler ve peygamberleri gördüklerini belirtmişlerdir. Bu aşama sırasında deneyimcileri etkisi altına alan his ise, içlerini kaplayan sevgi ve sevgiye ulaşma dürtüsüdür. Tünelin sonunda ruhani varlıklarla konuştuğunu iddia edenlerin birçoğu, kendilerine daha zamanlarının gelmediğinin söylendiğini yada işaret edildiğini belirtmişlerdir. Bazı deneyimciler ise, o an yaşadıkları yoğun sevgi hissi nedeniyle tekrar dünyaya dönmek istemediklerini, ancak bunu başaramadıklarını söylemektedirler.
...Altımda bir ışık patladı. Milyonlarca ışık güneşten daha parlak...Bu benim kelime hazinemi zorluyor. Onu ışıktı işte diye tanımlayamam. Daha sonra sağ tarafımda pencere gibi bir delik oluştu. Sanki o pencereden girersem bir daha dönüşü olmayacaktı. O benim sınırımdı. Tam ok gibi uçarak pencereden geçmek üzereydim ki bir anda 'bekle' diye bir ses duydum. Diğer tarafa baktığımda karşıma bir yığın insan portresi çıktı ve altlarında isimleri yazılıydı. Bunların hiçbirisini tanımıyordum o an 'Yaşamayı seçersen bunlar hayatına girecek kişilerdir' diye bir ses duydum ya da hissettim. (Kimberly Clark Sharp)
...Sanki güneş batarken denizin üzerine bıraktığı ışık oyunları üzerinde uçuyordum. O kadar enfes bir histi ki okyanusun üstünde pike yapan bir hareket hissi vardı. Güneş büyüdükçe büyüdü ve güneşe doğru girdiğimi farkettim. Sonra güneşin içindeydim ve bu varlık sanki bir ebeveyn gibiydi. Sanki bana sarılıyordu. Sanki bir bebekmişim gibi beni seviyordu. O kadar güzel bir histi ki... Ben bu ebeveyni çok sevmiştim. Aslında hiçbir şey görmemiş ve işitmemiştim. Sadece yoğun parlak ışık, sıcaklık ve sevgiydi. Biz sadece sevgiydik...(Lousia Peck, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden)
Ölüme yakın deneyimlerin son aşaması ise, ruhun bedene geri döndüğü aşamadır. Bu aşamada, kişi ikinci seviyede gittiği boyut ya da alemden tekrar dünyaya döndüğünü ve fiziksel bedeninde tekrar hayat bulduğunu belirtmektedir. Bu tecrübeyi yaşayan birçok kişi buna bir yeniden doğuş ya da ikinci şans gözüyle bakar. Bu durumu tecrübe etmiş insanların büyük çoğunluğunda maddi hayat önemini yitirmekte ve manevi hayatın önemi artmaktadır. Bu deneyim kişilerin hayatlarına bakış açılarını tamamıyla değiştirmektedir. Kimileri tamamen yalnız kalmayı ve inzivaya çekilmeyi tercih ederken, kimileri ise kendisine bir misyon verildiği inancıyla bu yaşadıklarını bütün insanlara anlatmaya ve onların hayata bakış açılarını değiştirmeye çalışırlar.
....ve bütün arı sokmalarını teker teker hissettim. Yanma hissini, şişmeleri...Herşeyi misliyle teker teker hissediyordum. Mükemmel değildim. Benliğim ve nefsim bunun farkına vardıkça ikisi de o alemde ağırlık kazandılar ve ben alçaldım alçaldım alçaldım dünyaya kadar ve vücudumun titreşimine geri döndüm.... Biz ölümden dönenler için üzerimizde bir sorumluluk taşıyoruz. İnsanlara söylememiz lazım. Bizler ölmüyoruz başka bir yere geçiyoruz. Eğer kelimelerle ifade edebilseydim güzel güzel güzel güzel bir olay.... (Ölüme yakın deneyiminde küçüklükte arılar ile ilgili bir anısını gören deneyimci Roland A.Webb, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden )
Materyalist görüşe sahip ve ruhsal tecrübelere inanmayan bilim adamları, ölüme yakın deneyimleri genellikle; vücudun oksijen eksikliği ve kan basıncının azalması, korkunun artması gibi tehdit edici durumlara bedenin bir anda maruz kalmasıyla verdiği kimyasal tepkiler olarak bakarlar. Onlara göre, beyin böyle durumlarda heyecan ve korkunun artmasıyla glutamat salgılar. Normalde beyin hücreleri için toksin görevi gören bu hormonun nüfuz etmesinin engellenmesi için, beyin glutamatın bağlandığı reseptörleri kapatır ve diğer hormonların salınımına hız verir. Salgılanan bu hormonlardan en etkilisi ise, şizofreni ile ilişkilendirilen agmantin ve ketamindir. Bu hormonların salgılanmasıyla beyinde birçok psikotik belirtilerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu görüşü savunan bilim adamları bu belirtiler sonucunda oluşan halüsinasyonların ölüme yakın deneyimler olduğunu savunurlar.
Diğer taraftan, doğum ve ölüm anında en yüksek seviyeye çıkan ve epifiz bezinin çalışmasını sağlayan melotonin hormununun bu halüsunasyonlara sebep olduğunu iddia eden bilim insanları bulunmaktadır. Sinir bilimci araştırmacılar Olaf Blanke ve Sebastian Dieguez iki tip ölüme yakın deneyim olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar, ölüm deneyimi sırasında görülen şeyleri beyinin sol ve sağ yarım küresiyle ilişkilendirmişlerdir. Beynin sol yarımı ile ilişkilendirilen birinci tipte deneyimcilerin farklı zaman algısı ve uçma hissine kapıldıkları, sağ yarımı ile ilişkilendirilen ikinci tipte ise ruhlarla konuşma, imge ve semboller görme ile müzik duyma gibi tecrübeler yaşadıklarını belirtmişlerdir. Yine ünlü araştırmacı Carl Sagan ölüm stresinin doğumun anımsanmasına yol açtığını, bu deneyimi yaşayanların gördüğü tünelin 'doğum kanalının yeniden bir canlandırması' olabileceğini savunmuştur.
Ölüme yakın deneyimleri dini açıdan değerlendiren araştırmacılar, yaşanılan tecrübeleri ölümden sonraki hayatın bir ispatı olarak görürler. Yaşadığı bu tecrübede birçok insan Tanrı'yı, peygamberleri, melekleri gördüklerini ve onlarla konuştuklarını iddia etmişlerdir. Yine önceki yaşamında ateist olan bazı deneyimciler bu tecrübeyi yaşadıktan sonra Tanrı'nın varlığına inadıklarını belirtmişlerdir. Bu olguyu yaşayan insanların birçoğu, bunu Tanrı tarafından bahşedilen ikinci bir hayat ve şans olarak görürler. Bu deneyimler ile ilgili ortaya atılan bir diğer iddia ise, yaşayanların ilerleyen süreçte bazı psişik yeteneklere sahip olduklarıdır. Bu deneyimi yaşayan insanlara hayatlarında neler değiştikleri sorulduğunda birçoğu, olacak olayları önceden hissettiklerini belirtmişlerdir. Bunun yanında bu tecrübe sayesinde birçok insan ölüm korkusunu yendiğini, hayatının anlamının onlar için değiştiğini ve insanlara eskisine göre daha fazla sevgi ve hoşgörüyle baktıklarını belirtmişlerdir. Sonuç olarak, sayısız örneğine tanıklık ettiğimiz ölüme yakın deneyimler, ister bilinçaltımızın bir oyunu, ister ölüm sonrası hayat gerçeğinin bir yansıması olsun insanların yaşamlarında derin izler bırakan en büyük gizemlerden birisidir.
Ölüme yakın deneyimler yaşayan insanların anlattıkları, birçok bilim adamının bu konu üzerine eğilmesine neden olmuştur. Ölüme Yakın Deneyim terimi ilk olarak Amerikalı araştırmacı hekim Dr.Raymond Moody tarafından ortaya atılmış ve Dr. Raymond Moody ve Dr. Elisabeth Kubler Ross, bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları ve hastane raporları üzerinde çalışmıştır. Sundukları çalışmalarda; ölü teşhisi konulan kişilerin tekrar yaşama döndükleri süreç içerisinde odada dolaşarak yaşananları birebir hatırladıklarını (hemşire ve doktorlar arasındaki konuşmalar, yapılan müdahaleler), hatta sadece kendilerine müdahale yapılan odayı değil, diğer odalarda yaşanan olaylardan da bahsetmişlerdir. Bu deneyimi yaşayan insanların anlattıkları hastane çalışanları tarafından doğrulanmıştır. Bu konuda Amerika ve İngiltere'de yapılan çalışmalarda da ortalama %11-%23 arası bu deneyimi tecrübe eden insanlara rastlanmıştır. Bu açıdan baktığımızda her beş insandan birinin bu deneyimi yaşaması hiçte azımsanmayacak bir orandır. Bu konuda araştırma yapan bilim insanı Dr. Karlis Osis genel olarak ölüme yakın deneyimleri üç aşama altında incelemektedir.
Ölüme yakın deneyimlerin ilk aşaması ruhun bedeni ilk terkederken hissettiği ve hafiflik hissinin oluştuğu aşamadır. Bu aşamayı tecrübe eden insanların birçoğu ruhun bedenden ayrı olarak hareket ettiğini, hareketsiz duran bedenlerine yukarıdan baktıklarını, gökyüzüne doğru yükseldiklerini, bunun yanında mutlu, huzurlu ve sakin hissettiklerini belirtirler. Bu seviyenin bir diğer önemli ortak noktası deneyimcinin kendini fazlasıyla hafif hissetmesidir. Yine bu aşamada çocukluktan itibaren hayatından karelerin bir film şeridi gibi izlenmesi en sık karşılaşılan durumlardır. Zaten bizim toplumumuzda da son anda ölümden kurtulan birçok insan 'hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geçti' tabirini kullanmaktadır. Bu seviyede ortaya çıkan bir diğer deneyim ise, yaptıkları hatalardan oluşan pişmanlık hissi ile ortaya çıkan affedilme isteğidir.
...Babama söyledim kendimi kötü hissediyordum ve oturmaya ihtiyacım vardı. Sonra onun kolları arasında bayılarak düştüm. Hava geçirmez bir aleti yüzüme yapıştırdılar. Alet vücudumdaki oksijeni kuvvetlice çekti. Zaten birkaç dakikadır nefes almıyordum. Hatırladığım ilk şey sol tarafımda bir kadının 'nabzı durdu...nabzı durdu' deyişiydi. O kadına döndüm ve şu an konuştuğum gibi 'elbette nabızımı duyabilirsin yoksa şuan nasıl konuşabiliyorum' dedim ancak kadın beni duymuyordu. Daha sonra yukarıdan bana müdahale ettiklerini gördüm. Bu tüyler ürperticiydi....(Kimberly Clark Sharp, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden )
Ölüme yakın deneyimlerin ikinci aşaması ruhun bedeni terk ettikten sonra farklı bir boyuta geçtiği aşamadır. Bu aşama ölüme yakın deneyimlerde en mistik olayların yaşandığı kısımdır. Bu seviyeyi tecrübe eden kişilerin büyük çoğunluğu, bir ışık gördüklerini ve bu ışığın içinde oluşan bir tünelde ilerlediklerinden bahsederler. Farklı bir aleme geçiş olan bu seviyede deneyimciler, değişik renklerdeki yoğun ışık bulunan bir yolda ilerlediklerini bu yolculuk sırasında yakınlarını, melekler ve peygamberleri gördüklerini belirtmişlerdir. Bu aşama sırasında deneyimcileri etkisi altına alan his ise, içlerini kaplayan sevgi ve sevgiye ulaşma dürtüsüdür. Tünelin sonunda ruhani varlıklarla konuştuğunu iddia edenlerin birçoğu, kendilerine daha zamanlarının gelmediğinin söylendiğini yada işaret edildiğini belirtmişlerdir. Bazı deneyimciler ise, o an yaşadıkları yoğun sevgi hissi nedeniyle tekrar dünyaya dönmek istemediklerini, ancak bunu başaramadıklarını söylemektedirler.
...Altımda bir ışık patladı. Milyonlarca ışık güneşten daha parlak...Bu benim kelime hazinemi zorluyor. Onu ışıktı işte diye tanımlayamam. Daha sonra sağ tarafımda pencere gibi bir delik oluştu. Sanki o pencereden girersem bir daha dönüşü olmayacaktı. O benim sınırımdı. Tam ok gibi uçarak pencereden geçmek üzereydim ki bir anda 'bekle' diye bir ses duydum. Diğer tarafa baktığımda karşıma bir yığın insan portresi çıktı ve altlarında isimleri yazılıydı. Bunların hiçbirisini tanımıyordum o an 'Yaşamayı seçersen bunlar hayatına girecek kişilerdir' diye bir ses duydum ya da hissettim. (Kimberly Clark Sharp)
...Sanki güneş batarken denizin üzerine bıraktığı ışık oyunları üzerinde uçuyordum. O kadar enfes bir histi ki okyanusun üstünde pike yapan bir hareket hissi vardı. Güneş büyüdükçe büyüdü ve güneşe doğru girdiğimi farkettim. Sonra güneşin içindeydim ve bu varlık sanki bir ebeveyn gibiydi. Sanki bana sarılıyordu. Sanki bir bebekmişim gibi beni seviyordu. O kadar güzel bir histi ki... Ben bu ebeveyni çok sevmiştim. Aslında hiçbir şey görmemiş ve işitmemiştim. Sadece yoğun parlak ışık, sıcaklık ve sevgiydi. Biz sadece sevgiydik...(Lousia Peck, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden)
Ölüme yakın deneyimlerin son aşaması ise, ruhun bedene geri döndüğü aşamadır. Bu aşamada, kişi ikinci seviyede gittiği boyut ya da alemden tekrar dünyaya döndüğünü ve fiziksel bedeninde tekrar hayat bulduğunu belirtmektedir. Bu tecrübeyi yaşayan birçok kişi buna bir yeniden doğuş ya da ikinci şans gözüyle bakar. Bu durumu tecrübe etmiş insanların büyük çoğunluğunda maddi hayat önemini yitirmekte ve manevi hayatın önemi artmaktadır. Bu deneyim kişilerin hayatlarına bakış açılarını tamamıyla değiştirmektedir. Kimileri tamamen yalnız kalmayı ve inzivaya çekilmeyi tercih ederken, kimileri ise kendisine bir misyon verildiği inancıyla bu yaşadıklarını bütün insanlara anlatmaya ve onların hayata bakış açılarını değiştirmeye çalışırlar.
....ve bütün arı sokmalarını teker teker hissettim. Yanma hissini, şişmeleri...Herşeyi misliyle teker teker hissediyordum. Mükemmel değildim. Benliğim ve nefsim bunun farkına vardıkça ikisi de o alemde ağırlık kazandılar ve ben alçaldım alçaldım alçaldım dünyaya kadar ve vücudumun titreşimine geri döndüm.... Biz ölümden dönenler için üzerimizde bir sorumluluk taşıyoruz. İnsanlara söylememiz lazım. Bizler ölmüyoruz başka bir yere geçiyoruz. Eğer kelimelerle ifade edebilseydim güzel güzel güzel güzel bir olay.... (Ölüme yakın deneyiminde küçüklükte arılar ile ilgili bir anısını gören deneyimci Roland A.Webb, Heather ve Enrique Dominguez'lerin yönettiği Ölümden Dönme Deneyimleri Belgeselinden )
Materyalist görüşe sahip ve ruhsal tecrübelere inanmayan bilim adamları, ölüme yakın deneyimleri genellikle; vücudun oksijen eksikliği ve kan basıncının azalması, korkunun artması gibi tehdit edici durumlara bedenin bir anda maruz kalmasıyla verdiği kimyasal tepkiler olarak bakarlar. Onlara göre, beyin böyle durumlarda heyecan ve korkunun artmasıyla glutamat salgılar. Normalde beyin hücreleri için toksin görevi gören bu hormonun nüfuz etmesinin engellenmesi için, beyin glutamatın bağlandığı reseptörleri kapatır ve diğer hormonların salınımına hız verir. Salgılanan bu hormonlardan en etkilisi ise, şizofreni ile ilişkilendirilen agmantin ve ketamindir. Bu hormonların salgılanmasıyla beyinde birçok psikotik belirtilerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Bu görüşü savunan bilim adamları bu belirtiler sonucunda oluşan halüsinasyonların ölüme yakın deneyimler olduğunu savunurlar.
Diğer taraftan, doğum ve ölüm anında en yüksek seviyeye çıkan ve epifiz bezinin çalışmasını sağlayan melotonin hormununun bu halüsunasyonlara sebep olduğunu iddia eden bilim insanları bulunmaktadır. Sinir bilimci araştırmacılar Olaf Blanke ve Sebastian Dieguez iki tip ölüme yakın deneyim olduğunu iddia etmişlerdir. Onlar, ölüm deneyimi sırasında görülen şeyleri beyinin sol ve sağ yarım küresiyle ilişkilendirmişlerdir. Beynin sol yarımı ile ilişkilendirilen birinci tipte deneyimcilerin farklı zaman algısı ve uçma hissine kapıldıkları, sağ yarımı ile ilişkilendirilen ikinci tipte ise ruhlarla konuşma, imge ve semboller görme ile müzik duyma gibi tecrübeler yaşadıklarını belirtmişlerdir. Yine ünlü araştırmacı Carl Sagan ölüm stresinin doğumun anımsanmasına yol açtığını, bu deneyimi yaşayanların gördüğü tünelin 'doğum kanalının yeniden bir canlandırması' olabileceğini savunmuştur.
Ölüme yakın deneyimleri dini açıdan değerlendiren araştırmacılar, yaşanılan tecrübeleri ölümden sonraki hayatın bir ispatı olarak görürler. Yaşadığı bu tecrübede birçok insan Tanrı'yı, peygamberleri, melekleri gördüklerini ve onlarla konuştuklarını iddia etmişlerdir. Yine önceki yaşamında ateist olan bazı deneyimciler bu tecrübeyi yaşadıktan sonra Tanrı'nın varlığına inadıklarını belirtmişlerdir. Bu olguyu yaşayan insanların birçoğu, bunu Tanrı tarafından bahşedilen ikinci bir hayat ve şans olarak görürler. Bu deneyimler ile ilgili ortaya atılan bir diğer iddia ise, yaşayanların ilerleyen süreçte bazı psişik yeteneklere sahip olduklarıdır. Bu deneyimi yaşayan insanlara hayatlarında neler değiştikleri sorulduğunda birçoğu, olacak olayları önceden hissettiklerini belirtmişlerdir. Bunun yanında bu tecrübe sayesinde birçok insan ölüm korkusunu yendiğini, hayatının anlamının onlar için değiştiğini ve insanlara eskisine göre daha fazla sevgi ve hoşgörüyle baktıklarını belirtmişlerdir. Sonuç olarak, sayısız örneğine tanıklık ettiğimiz ölüme yakın deneyimler, ister bilinçaltımızın bir oyunu, ister ölüm sonrası hayat gerçeğinin bir yansıması olsun insanların yaşamlarında derin izler bırakan en büyük gizemlerden birisidir.
5/23/2019
Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş k...
GÖK BİLİMCİ KABİLE: DOGONLAR
Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş kültürel öğeleriyle hayatlarını devam ettirmektedir. Dışarıdan tamamen ilkel görülen, teknolojiye kapalı olarak toprak anayla iç içe yaşamlarını sürdüren bu toplulukların, araştırmacılar tarafından incelenmeye başlanmasıyla insanları hayrete düşürecek birçok üstün meziyete sahip oldukları anlaşılmıştır. Rüyalarına hükmeden Senoilerden, ruhsal gelişmişlikte üst seviyelerde olan Şamanlardan, çöl insanları olan anaerkil toplum Tuareglerden ve dağların efendileri Kalaşlardan önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Batı Afrika ülkesi olan Mali'de yaşayan Dogonlar ise, günümüz teknolojisiyle ancak keşfedilebilmiş olan uzay bilimi hakkında, M.Ö 3200 yıllarına kadar uzanan bilgi birikimleriyle bilim insanlarını hayrete düşüren eşsiz bir topluluktur. Peki atalarının 8.6 km ışık yolu uzaktaki Sirius yıldız grubundan gelen uzaylılar tarafından eğitildiğini iddia eden Dogonların modern dünya insanlarını bu denli etkilemesinin sebepleri nelerdir?
DOGON KÜLTÜRÜ VE SOSYAL YAŞAM
Evlerini dik yamaçlara inşa ettikleri için uçurum insanları olarak adlandırılan Dogonlar, yaklaşık 250 bine ulaşan nüfuslarıyla Mali nüfusunun %4'ünü oluşturmaktadır. Bölgede bulunan Telemlere galip gelen Dogonlar, 13'üncü yüzyıl itibariyle günümüzde bulundukları bölgeye yerleşmişlerdir. Nijer Kongo dilini konuşan bu topluluk tarım ve hayvancılığın yanında, mükemmel ağaç işçilikleriyle geçimlerini sağlamaktadırlar. Geçmişten günümüze korudukları kültürel miraslarının temelinde yer alan semboller, Antik Mısırdan kalan tablet çizimleriyle benzerlik göstermektedir. Atalarının aminist inançlarına sıkı sıkıya bağlı olan Dogonlar, zaman içerisinde hem müslümanlık hem hristiyanlıkla tanışmışlardır. Dini ritüellerinde ayaklarına bağladıkları uzun tahtalar ve maskeleri oldukça dikkat çekicidir. Aynı köylerde hristiyan, müslüman ve aministler huzur içinde yaşamaktadır. Dinde zorlamanın olmadığı Dogonlarda, yaşlılardan seçilen bir ruhani lider bulunmaktadır. Dogonlarda 8-12 yaş arası erkek çocukların yanısıra, 6-8 yaş arasındaki kızlarda sünnet edilmektedir.
Üç çocuk getirmeyen bir kadının dini ritüellere katılamadığı bu toplulukta erkek üstünlüğü söz konusudur. Ancak yetiştirdikleri ürünlerin satışında ve günlük işlerin idamesinde yük kadının üstündedir. Yalnızca yaşlı insanlara cenaze merasimi yapılan kabilede; ölümlerin üçüncü yılında yaptıkları dama isimli törenle ruhun yeni bir bedene geçmesi (reenkarnasyon) amaçlanmakta ve ölüler kutsal saydıkları mağaralara gömülmektedir. Avcılığın önemli bir yer tuttuğu Dogonlarda, hayvanlar öldürülmeden önce onlara olan özürlerini dile getirmek amacıyla şarkılar söylenmektedir ve kimi hayvanların avlanması kutsal sayıldığı için yasaktır. Hastalarına genellikle doğadan hazırladıkları karışımlarla şifa bulmaya çalışırlar. 1931 yılında Fransız antropologlar Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen, Dogonlar’ı ayrıntılı olarak araştırmaya karar vermiş ve 21 yıl boyunca onlarla aynı ortamı paylaşmışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır. Bu keşiflerin en sıradışı olanları ise, onların sahip olduğu astronomi bilgisidir...
DOGONLAR ve ASTRONOMİ
Dogonların gizemini daha iyi anlamak için mitolojilerini incelemek gerekir. Dogon mitolojisi Sirius yıldız sistemi (şeklinden dolayı köpekyıldızı olarak da adlandırılmaktadır) ve onun çevresinde bulunan gezegen ve yıldızlara dayanmaktadır. Dogon mitolojisinde; Sirius yıldız sisteminde yaşayan, Nommolar olarak isimlendirilen, hem karada hem denizde yaşabilen varlıkların insanları uygarlaştırmak için yeryüzüne indiğine inanılır. Dogonlar, bu varlıkların Dogon rahiplerine uzayın sırlarını öğrettiklerini (yaklaşık 250 bin yıl önce) ve bunun nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar ulaştığını iddia etmektedirler. Ayrıca Nommoların babası olan Amma'nın dünyanın ve insanoğlunun yaratıcısı ve mutlak hakimi olduğuna inanılmaktadır. Onlara göre insanlığın varoluşu, Samanyolu galaksisi ile Sirius yıldız sisteminin etkileşimi (evlenmesi) sonucunda meydana gelmiştir. Dogonlar, Nommoların birgün tekrar yeryüzüne ineceğine inanmaktadırlar. Yazıtlarında yer alan “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak” ifadesi bu inanışı desteklemektedir. Amerikalı bilim insanı Robert Temple geçmişe ait sembolleri incelediğinde, Nommo uzay gemisinin dönerek yere inişini anlatan çizimler tespit ettiğini belirtmiştir. Özellikle çizimlerde çok fazla sayıda Nommon gemisi tasvirleri bulunmaktadır. İşte Dogonların astronomi bilgilerini inceleyen araştırmacıların tespit ettiği, günümüzde çok gelişmiş teleskoplar ve uzay araçları yardımıyla ancak öğrenilebilen o sıradışı gerçekler;
Dogonlar, binlerce yıllık geçmişe dayanan çizimlerinde dünyanın yuvarlak olduğunu, ayın dünya, dünyanın güneş etrafında döndüğünü, samanyolu galaksisini ve ayda bulunan kraterleri resmetmişlerdir. İlk defa ünlü gökbilimci Galileo tarafından ortaya konulan tespitlerin birçoğunun Dogonların ataları tarafından çizimlerine yansıtılması büyük şaşkınlık yaratmıştır. Dogonların sahip olduğu bir diğer ilginç bilgi ise, Jupiter'in 4 uydusundan ve Satürn'ün ancak teleskopla görülen halkalarından haberdar olmalarıdır.
Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius'un yanında çıplak gözle görülemeyen ve kendilerinin Potolo olarak adlandırdıkları sönük bir yıldızın daha olduğunu ve Sirius yıldızının çevresindeki dönüşünü 50 yılda tamamladığını belirtmişlerdir. Dogonlar bu sönük yıldızın dünyada bulunan bütün maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğunu ve çok yoğun bir birleşim içerdiğini belirtmişlerdir. Dogonlardan habersiz bir şekilde araştırmalar yapan gökbilimci Alvan Graham Clarck, 1862 yılında Dogonların bahsettiği bu sönük yıldızı keşfetmiş ve Sirius B olarak isimlendirmiştir. 1920 yılına gelindiğinde ise gökbilimciler, Sirius B yıldızının soluk ancak yoğun kütleye sahip bir cüce yıldız olduğunu tespit etmişlerdir. Yapılan araştırmalar bu yıldızın tıpkı Dogonların bahsettiği gibi yogun ve dünyadaki maddelerden çok daha ağır bir maddeden oluştuğunu ıspatlamıştır. (Bu yıldızdan alınacak bir kaşık maddenin 5 ton ağırlığında olabilecek kadar yoğun olması). Ayrıca Sirius B yıldızı Dogon mitolojisinde ölünce ruhların göç ettiği yer olarak bilinmektedir.
Dogonlar araştırmacılara Sirius sisteminde Emma Ya adını verdikleri ve kendilerine bu bilgileri aktaran Nommoların gezegeni olduklarını iddia ettikleri üçüncü bir yıldızdan bahsetmişlerdir. Ayrıca, bu yıldızın Sirius B yıldızından 4 kat hafif olduğunu, Sirius sisteminin etrafında daha geniş bir yörünge çizdiklerini ve bir uydusu olduğunu belirtmişlerdir. Bilim insanları ise, bu yıldızı 1995 yılında keşfetmiş ve Sirius C adını vermişlerdir. Sirius C'nin tıpkı Dogonların belirttiği şekilde Sirius B'ye göre daha geniş bir yörünge çizdiğinin tespit edilmesi büyük şaşkınlık yaratmıştır.
Dogonlar araştırmacılara Sirius sisteminde Emma Ya adını verdikleri ve kendilerine bu bilgileri aktaran Nommoların gezegeni olduklarını iddia ettikleri üçüncü bir yıldızdan bahsetmişlerdir. Ayrıca, bu yıldızın Sirius B yıldızından 4 kat hafif olduğunu, Sirius sisteminin etrafında daha geniş bir yörünge çizdiklerini ve bir uydusu olduğunu belirtmişlerdir. Bilim insanları ise, bu yıldızı 1995 yılında keşfetmiş ve Sirius C adını vermişlerdir. Sirius C'nin tıpkı Dogonların belirttiği şekilde Sirius B'ye göre daha geniş bir yörünge çizdiğinin tespit edilmesi büyük şaşkınlık yaratmıştır.
Sirius yıldızı ile ilgili bir diğer önemli nokta, sadece Dogon mitolojisinde değil diger din ve inanç sistemlerinde de önemli bir yere sahip olmasıdır. Kuran-ı Kerim'de güneşten sonra tek bahsedilen yıldız Sirius yıldızıdır. Necm suresi 49'uncu ayette 'Doğrusu Şira yıldızının Rabbi O'dur' şeklinde bahsedilmektedir. Hristiyanlıkta bazı kabala bilginleri Hz. İsa'nın doğumu ile gökte beliren yıldızın, en parlak yıldız olan Sirius yıldızı ile en parlak gezegen olan Jupiter'in birleşmesiyle oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Yine eski Çin metinlerinde Sirius yıldızı büyük ayı takım yıldızı ile hareket eden bir yıldız olarak tasvir edilmiştir. Olumlu ve olumsuz enerjinin Güneş ile beraber Sirius yıldızından kaynaklandığı belirtilmiştir. 1909 yılında ise, gökbilimci Ejnar Hertzsprung Sirius yıldızının Çin metinlerinde belirtildiği şekilde büyük ayı takım yıldızıyla birlikte hareket ettiğini iddia etmiştir.
Hiçbir gelişimden haberleri olmayan, çadır ve kerpiç evlerde yaşayan, teknolojik hiçbir aygıttan yararlanmayan bu kabilenin Sirius yıldız sistemi ve çevresi hakkında verdiği bilgiler araştırmacıları hayretler içinde bırakmıştır. Ünlü Arkeolog Eric Von Daniken bu durumu; dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret etmesinin kesin bir kanıtı olarak görmüştür. Birçok araştırmacı, kendileriyle görüşmeye sıcak bakmayan Dogon rahiplerinin tüm bildiklerini açıklamadıklarını aslında bu ilkel kabilenin uzayın sırları hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oldukları konusunda hemfikirlerdir. Bazı araştırmacılar ise, işi daha ileri götürerek Dogon sembollerinin incelendiğinde uzay bilimi konusundaki gerçeklerin yanı sıra, DNA ve atomun yapısı, kuantum fiziği ve sicim teorisine kadar birçok bilginin resmedildiğini iddia etmektedirler. Ünlü bilim insanı olan Stephen Hawking kuantum fiziği kapsamında 200'den fazla temel parçacığın olduğunu belirtip tam bir sayı verememişken, Dogon rahipleri 266 temel parçacık olduğunu araştırmacılara net bir biçimde belirtmiştir. Sonuç olarak, Dogon topluluğu fazlasıyla ilkel yaşamlarına rağmen, sahip olduğu bilgelikle insanları hayrete düşüren eşsiz bir toplumdur. Belki de, bu toplulukla olan ilişkilerin kuvvetlendirilmesi evrenin sırlarını çözme noktasında insanlığa büyük yararlar sağlayabilir.
5/16/2019
İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam...
KALP GÖZÜMÜZ: EPİFİZ BEZİ
İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam kozasına benzeyen epifiz bezi, gerek tarihsel kaynak ve sembollerde gerek bilimin gelişmesine paralel olarak ortaya konulan çalışmalarda insan bedeninin en gizemli organı olarak görülmektedir. Beynin birçok gizeminden biri olan epifiz bezini diğer organlardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi ise, gözdeki retina, mercek ve renk alıcıları gibi dokulara sahip olması ve tamamen kapalı bir ortamda olmasına rağmen gözümüz gibi ışık kaynaklarını algılamasıdır. Bu kadar küçük ve önemsiz görülmesine rağmen böbrekten sonra en fazla kanın pompalandığı organ olan epifiz bezi, simetrik şekilde ikiye bölünmüş ve herşeyden iki tane olan beynimizde eşi olmayan tek organdır. Peki antik çağlardan günümüze kadar önemi artarak devam eden ve kalp gözümüz olduğu iddia edilen bu organın ardındaki sır perdesi nedir?
İnsanoğlunun epifiz bezinin önemini idrak edişi, antik çağlara kadar dayanmaktadır. Budanın kalpağında, Mısır, Asur ve Sümer duvar resimlerinde, Antik Yunan'dan günümüze ulaşan eserlerde, Papa'nın asasında, Güney Amerika yerlilerinde ve Hintlilerin dini ritüellerinde çam kozası şeklinde tasvir edilmiştir. Günümüzde de Hindular ile Şamanizm inancına sahip bozkır insanları 3. göz ve sezginin gözü olarak isimlendirdikleri epifiz bezini alınlarının ortasında oluşturdukları kırmızı noktalarla sembolize etmektedirler. M.Ö 4'ncü yüzyılda yaşamış olan Mısırlı Herolifos epifiz bezine düşünce akımını besleyen salgı bezi olarak nitelendirmiştir. Yine Antik Roma'da ünlü bir hekim olan Bergamalı Galen epifiz bezinin düşünceleri düzenleyen organ olduğunu belirtmiştir.
Ünlü filozof Descartes ise, epifiz bezini gördüklerimizi yorumlayan ve ruhun bedene temas ettiği organ olarak tasvir etmiştir. Antik çağlarda epifiz bezinin etkin şekilde kullanıldığı dönemlerde bir pinpon topu büyüklüğünde olduğu, teknolojinin gelişmelerin neden olduğu insanların spiritüel seviyelerindeki düşüşe paralel olarak bir bezelye tanesi boyutuna kadar küçüldüğü belirtilmektedir. Yakın bir tarihe kadar ise bilim insanları epifiz bezinin evrim sonucu insan vücüdunda körelmiş ve işe yaramayan bir organ olarak adlandırmaktaydılar. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ile özellikle belli evrelerde (uyku, rüya) epifiz bezinin büyüdüğünü ve ışık kaynaklarına gözümüz gibi farklı tepkiler verdiği ıspatlanmıştır. Çıkarılıp incelendiğinde gözdeki retina, mercek ve renk reseptörlerine benzer dokulara sahip olduğunun tespit edilmesiyle birçok bilim cevresi tarafından 3. göz olarak adlandırılmıştır. Salgıladığı hormonlar ortaya çıktığında ise, ne kadar önemli bir organ olduğu daha net anlaşılmıştır. Gelin bu hormonların neler olduğuna bir bakalım.
Ünlü filozof Descartes ise, epifiz bezini gördüklerimizi yorumlayan ve ruhun bedene temas ettiği organ olarak tasvir etmiştir. Antik çağlarda epifiz bezinin etkin şekilde kullanıldığı dönemlerde bir pinpon topu büyüklüğünde olduğu, teknolojinin gelişmelerin neden olduğu insanların spiritüel seviyelerindeki düşüşe paralel olarak bir bezelye tanesi boyutuna kadar küçüldüğü belirtilmektedir. Yakın bir tarihe kadar ise bilim insanları epifiz bezinin evrim sonucu insan vücüdunda körelmiş ve işe yaramayan bir organ olarak adlandırmaktaydılar. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ile özellikle belli evrelerde (uyku, rüya) epifiz bezinin büyüdüğünü ve ışık kaynaklarına gözümüz gibi farklı tepkiler verdiği ıspatlanmıştır. Çıkarılıp incelendiğinde gözdeki retina, mercek ve renk reseptörlerine benzer dokulara sahip olduğunun tespit edilmesiyle birçok bilim cevresi tarafından 3. göz olarak adlandırılmıştır. Salgıladığı hormonlar ortaya çıktığında ise, ne kadar önemli bir organ olduğu daha net anlaşılmıştır. Gelin bu hormonların neler olduğuna bir bakalım.
Öncelikle epifiz bezi, insan vücudu için önemli olan üç hormonu salgılamaktadır. Bunlardan birincisi, gündüz ve gece düzenimizi kontrol eden ve karanlıkta salgıladığımız melatonin hormonudur. Melatonin hormonunun en önemli özelliği, insanları hastalıklardan korumasıdır. Yapılan araştırmalarda çok ışıklı ortamlarda çalışan insanların hastalıklara ve özellikle kansere yakalanma riskinin daha fazla olduğu ispatlanmıştır. Bu durumu destekleyen bir diğer araştırma ise görme engellilerin kansere yaklanma riskinin yok denecek kadar az olmasıdır. Epifiz bezinin salgıladığı ikinci önemli hormon serotonindir. Mutluluk hormonu olarak da bilinen serotonin insanın mutlu, canlı ve zinde olmasını sağlayan hormondur. Serotoninin eksikliğinde sıkılgan, yorgun ve depresif ruh hali görülür. Bunun sonucu olarak da anksiyeti bozukluğu, depresyon, panik atak ve şizofreni gibi birçok önemli hastalık ortaya çıkar.
Epifiz bezinin salgıladığı son hormon ise ruh molekülü olarak da bilinen DMT'dir. Doğum ve ölüm anında en üst seviyede salgılanan bu hormon normal yaşamımızda ise, uykumuzda salgılanmaktadır. Özellikle rüya gördüğümüz rem safhasında DMT hormonu salgılanması artmaktadır. DMT hormonunun en önemli özelliklerinden biri de, sadece insanlarda değil tüm hayvanlarda hatta bazı bitkilerde de bulunmasıdır. Geçmişten günümüze bazı bitkilerde yoğun DMT'in olduğunu bilinçli ya da tesadüfi olarak keşfeden insanlar ruhlarını keşfetme noktasında bu bitkilerden yararlanmışlardır. Vücutlarına DMT yüklemesi yapan insanlar asıl gerçekliği bu aşamadan sonra gördüklerini iddia ederler.
Kızıldereliler ve Amazon kabileleri yüzyıllardır belli ritüeller eşliğinde, içinde fazlasıyla DMT bulunan Ayahuasca çayını(kargı kamışı ve uzerlik tohumu karışımı) tüketmektedirler. Bu çayı içmelerinden kısa bir süre sonra bir ışık süzmesi gördüklerini, bu ışık süzmesinden geçerek diğer alemlere geçiş yaptıklarını; bu yolculuk süresince renklerin hiç olmadığı kadar canlı, kendilerini de yüklerinden arınmış olarak olabildiğince hafif olduklarını belirtmişlerdir. Bu deneyimi yaşayanların çoğunluğunda görülen şey ise, kendilerini evrenin bir parçası olarak hissetmeleridir. DMT'in çok fazla miktarda bulunduğu üzerlik tohumundan Mevlana'nın eserlerinde de bahsedilmektedir. Mevlana bir sözünde 'Uzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü' demiştir. Sufilerin ibadet etmeden önce üzerlik tohumu içmeleri, kargı kamışından yaptıkları neylere üflemeleri ve vahdet inancına sıkı sıkıya bağlı olmaları Güney Amerika yerlilerinin tecrübeleriyle benzerlik göstermektedir. Yine Hz.İsa'nın 'Karanlıkta oturanlar gerçek ışığı görürler' ifadesi epifiz bezinin fonksiyonuyla birebir örtüşmektedir.
Tarih boyunca birçok insan DMT bulunan bitkileri yemek dışında da bazı yöntemler geliştirerek epifiz bezinin verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Birçok din alimi, budist rahipler ve şamanlar melotonin ve DMT salgılanmasını kolaylaştıran karanlık mağara ve ortamlarda kalmış, uzun süre insanlardan uzak ve hayatlarını devam ettirecek kadar az besin tüketerek transa geçmelerini kolaylaştırmışlardır. Çünkü tıka basa dolu midenin epifiz bezinin çalışmasını olumsuz yönde etkilediği ve insanların sahip olduğu kötü özelliklerin (kıskanclık, haset, dedikodu, bencillik) bu manevi yolculukta bir blokaj etkisinin olduğu düşünülmektedir. Yine cinsel dürtülerin epifiz bezinin çalışmasına ve büyümesine engel olduğu bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde epifiz bezinin en düşük seviyelerine ulaştığı tespit edilmiştir. Geçmişten günümüze birçok din aliminin evlilikten uzak durması ve cinselliği hayatlarından çıkarmaları epifiz bezinin sağladığı ruhani yolculuğun üzerilerinde bıraktığı etkiden kaynaklanmaktadır. Günümüz insanlarının bu denli ışığa maruz kalması, cinselliğe bu kadar kolay ulaşmaları ve sürekli diğer insanlarla iç içe yaşamaları epifiz bezinin kullanılması önünde büyük engeller teşkil etmektedir.
Epifiz bezini etkin şekilde kullanmaya başlayan insanlarda zeka ve algılama seviyelerindeki yükselmeye paralel olarak, bilinç ve bilinçaltının mucizelerini etkin şekilde kullandıkları iddia edilmektedir. Ruhsal olarak sağladığı gelişimlerin yanında, epifiz bezi uyanışı ile birçok ağır hastalığın çok kolay şekilde atlatılabileceği iddia edilmektedir. Kimi araştırmacılar buna bilinçaltımızın sahip olduğu ancak bizim kullanamadığımız birçok mucizeden biri olduğunu savunurlar. Ayrıca bu insanlar sadece kendilerinin değil çevrelerindeki insanların sıkıntılarını ve hastalıklarını iyileştirmede şifacı bir rol üstlenirler. Her ne kadar bu konu kimi şarlatanlar tarafından suistimal edilse de, gerek Anadolunun ocakcı anaları, gerek insan eli değmemiş uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan şamanlar ile şifacıları elleriyle dokunmak suretiyle veya yaptıkları dualarla günümüz de dahil birçok insana derman olabilmektedir.
Epifiz bezi uyanmış bir insan, diğer insanlara göre daha sakin ve dingin bir hayat yaşar. Çünkü uyanık bir epifiz bezinin beyin frekansları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Normalde insanlar günlük yaşamlarındaki işlerde (gülmek, ağlamak, konuşmak) beta frekans dalgasını kullanırlar. İnsanların yarı ölüm olarak nitelendirilen uyku moduna geçtiklerinde ise beyin alfa frekansında dalgalar yayarlar. Uyku modunda alfa frekansında dalgalar yayan beynimiz rüya görmeye başladığımız rem safhasına geçtiği zaman ise, en mistik moduna geçerek teta frekansında dalgalar yaymaya başlar. Epifiz bezi uyanmış insanlar bu noktada günlük yaşamlarında alfa frekansında yaşarlar. Bu onların daha sakin, kavgadan uzak ve yaratıcı fikirler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu frekansta yaşayan insanlar pozitif bir bakış açısına sahip oldukları için çevresindeki insanlar üzerinde de olumlu etkiler bırakırlar. Epifiz bezini aktif edebilen insanların takıntılarından ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtuldukları, problemleri çözmek noktasında başarılı oldukları, empati yetenekleri ile duyarlılıklarının arttığı gözlenmiştir. İnsanların sahip olduğu ancak haberdar olmadığı birçok farklı psişik yeteneğinin olduğu ve bu uyanışla beraber bu yeteneklerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yine, epifiz bezini aktif eden insanlar gördükleri rüyaların çok daha canlı olduğunu ayrıca gün içinde transa geçerek farklı alemlere gidebildiklerini belirtmişlerdir.
Epifiz beziyle ilgili ortaya konulan ve dikkat çeken bir diğer önemli teori ise, epifiz bezinin uyanışının, insan hayatı boyunca en üst seviyelere çocukluk dönemlerinde (3-5 yaş arası) ulaşabildiği savıdır. Bu yaşlardaki çocukların yetişkinlerden daha ileri seviyelerde bilinç düzeyine sahip oldukları ve daha sezgisel davrandıkları iddia edilmektedir. 3'ncü gözlerinin açık olması sebebiyle bazı psişik güçlere sahip olduğuna inanılır. Örneğin bu yaşlardaki çocukların sezgilerinin etkisiyle kötü insanları yetişkinlerden daha iyi ayırt ettikleri düşünülmektedir. Yine bu çocukların ebeveynlerinin göremedikleri hayali arkadaşlarıyla konuştuklarına dair birçok psikolojik vaka bulunmaktadır. Ayrıca, televizyonlardaki sihirbazlık programlarında metal cisimlerin güç kullanmadan eğildiğini ve hareket ettirildiğini gören birçok çocuğun evlerinde bunları yapabilmesi bu teoriyi destekler niteliktedir. Hz. İsa'nın havarilerine 'Bir kez daha küçük çocuk olmadıkça, cennetin krallığına yeniden giremezsiniz' sözü çocuklarda yaşanan ruhsal gelişmişlik seviyesinin bir göstergesidir. 7 yaşından itibaren epifiz bezinin bu etkinliğinin düşmeye başladığı ve ergenlikle beraber cinselliğin çocuğun hayatında yer etmesiyle en alt seviyelere indiği varsayılmaktadır. Kundalini uyanışı adı verilen bir yoga biçimi çocuklukta sahip olduğumuz spirutüel gelişmişlik seviyesine tekrar ulaşmamızı amaçlamakta ve dünya üzerinde büyük rağbet görmektedir.
Sonuç olarak, birçok bilim insanı ve araştırmacı epifiz bezinin aktive edilmesi ve doğru kullanılmasıyla insanların bazı üstün özelliklere sahip olacağına ve ruhsal yönden üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Bu durumu daha da ileri götüren kimi araştırmacılar, epifiz bezinin uyandırılmasıyla insanların kolaylıkla telepati yaparak iletişime geçebileceğini ve zamanda yolculuk yapabileceğini iddia etmektedirler. Yetişkinler olarak hayatın zorluklarıyla yüzleştiğimiz yaşam yolculuğumuzda üstün ruhsal gelişmişlik seviyesine sahip olduğumuz çocukluğumuzla bağ kurabilirsek ve epifiz bezimizi tekrar uyandırabilirsek zorlu hayat mücadelemizi basit bir çocuk oyununa çevirebiliriz. Dünya üzerinde birçok insanın mutsuz olduğu düşünüldüğünde, sınırlarımızı zorlayarak Tanrı'nın bize bahşettiği ancak farkında olmadığımız mucizeleri keşfetmek hayatımızı tamamiyle değiştirecektir. Epifiz bezinin aktive edilmesiyle ilgili yapılması gereken birçok husustan bahsedilse de, hepsinden önemlisi bu süreci başarabileceğine inanmaktan geçer. Ne kadar çok yöntem ve çalışma yapsak da, beynimizdeki blokajları kaldırmadığımız sürece başarısız olmamız kaçınılmazdır.
Son olarak da hastane ortamında DMT yüklemesi yapılan gönüllü bir deneğin yaşadığı tecrübeyi kendi sözlerinden dinleyelim;
“Bedenimi geride bırakarak, dna’larımın içinden geçerek evrene doğru yol aldım. Tam bu anda beyaz ışığı fark ettim ve içine girdim. İçine girer girmez,kendimi bu ışığın bir parçası olarak hissettim o an ne yapıyor olduğum, geçmişim ve gelecek hissim kaybolmuştu. Bu o kadar keyifli ve haz vericiydi ki, hissettiğim şey anlatılamaz, bu ben değildim, ben aslında her şeydim. Işık olmuştum artık, ışığın ta kendisiydim, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık geçmiş, gelecek tüm hislerim yoktu artık. Sadece beyaz ve sarı olan ışığa odaklandım. Daha sonra bu ışıktan aşağı düşüyor olduğumu tüm benliğimle hissettim. lşığın dışına çıktım ve onun güneşten kopan parçalar olduğunu fark ettim. düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordum diğer tarafa geldiğimde, birdenbire evrendeydim, Büyük bir boşluk ve diğer canlılar.. benimle bu varlıklar arasında bulunan pembe ışıklı gökkuşağına dokundum ve hissettim. Siz hiç gökkuşağına dokundunuz mu? onu beyaz ışığa döndürmek istiyordum. ama bu muazzam pembe ışık, aşk enerjisi ve sevginin işareti olarak insanoğlunun sahip olduğu birşeydi ve ben onlara bunu yollamaya çalışıyordum yaşadıklarımı anlatmak için kelimeler yeterli değil.”
Epifiz bezinin salgıladığı son hormon ise ruh molekülü olarak da bilinen DMT'dir. Doğum ve ölüm anında en üst seviyede salgılanan bu hormon normal yaşamımızda ise, uykumuzda salgılanmaktadır. Özellikle rüya gördüğümüz rem safhasında DMT hormonu salgılanması artmaktadır. DMT hormonunun en önemli özelliklerinden biri de, sadece insanlarda değil tüm hayvanlarda hatta bazı bitkilerde de bulunmasıdır. Geçmişten günümüze bazı bitkilerde yoğun DMT'in olduğunu bilinçli ya da tesadüfi olarak keşfeden insanlar ruhlarını keşfetme noktasında bu bitkilerden yararlanmışlardır. Vücutlarına DMT yüklemesi yapan insanlar asıl gerçekliği bu aşamadan sonra gördüklerini iddia ederler.
Kızıldereliler ve Amazon kabileleri yüzyıllardır belli ritüeller eşliğinde, içinde fazlasıyla DMT bulunan Ayahuasca çayını(kargı kamışı ve uzerlik tohumu karışımı) tüketmektedirler. Bu çayı içmelerinden kısa bir süre sonra bir ışık süzmesi gördüklerini, bu ışık süzmesinden geçerek diğer alemlere geçiş yaptıklarını; bu yolculuk süresince renklerin hiç olmadığı kadar canlı, kendilerini de yüklerinden arınmış olarak olabildiğince hafif olduklarını belirtmişlerdir. Bu deneyimi yaşayanların çoğunluğunda görülen şey ise, kendilerini evrenin bir parçası olarak hissetmeleridir. DMT'in çok fazla miktarda bulunduğu üzerlik tohumundan Mevlana'nın eserlerinde de bahsedilmektedir. Mevlana bir sözünde 'Uzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü' demiştir. Sufilerin ibadet etmeden önce üzerlik tohumu içmeleri, kargı kamışından yaptıkları neylere üflemeleri ve vahdet inancına sıkı sıkıya bağlı olmaları Güney Amerika yerlilerinin tecrübeleriyle benzerlik göstermektedir. Yine Hz.İsa'nın 'Karanlıkta oturanlar gerçek ışığı görürler' ifadesi epifiz bezinin fonksiyonuyla birebir örtüşmektedir.
Tarih boyunca birçok insan DMT bulunan bitkileri yemek dışında da bazı yöntemler geliştirerek epifiz bezinin verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Birçok din alimi, budist rahipler ve şamanlar melotonin ve DMT salgılanmasını kolaylaştıran karanlık mağara ve ortamlarda kalmış, uzun süre insanlardan uzak ve hayatlarını devam ettirecek kadar az besin tüketerek transa geçmelerini kolaylaştırmışlardır. Çünkü tıka basa dolu midenin epifiz bezinin çalışmasını olumsuz yönde etkilediği ve insanların sahip olduğu kötü özelliklerin (kıskanclık, haset, dedikodu, bencillik) bu manevi yolculukta bir blokaj etkisinin olduğu düşünülmektedir. Yine cinsel dürtülerin epifiz bezinin çalışmasına ve büyümesine engel olduğu bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde epifiz bezinin en düşük seviyelerine ulaştığı tespit edilmiştir. Geçmişten günümüze birçok din aliminin evlilikten uzak durması ve cinselliği hayatlarından çıkarmaları epifiz bezinin sağladığı ruhani yolculuğun üzerilerinde bıraktığı etkiden kaynaklanmaktadır. Günümüz insanlarının bu denli ışığa maruz kalması, cinselliğe bu kadar kolay ulaşmaları ve sürekli diğer insanlarla iç içe yaşamaları epifiz bezinin kullanılması önünde büyük engeller teşkil etmektedir.
Şifacı bir Şaman Kadın |
Epifiz bezi uyanmış bir insan, diğer insanlara göre daha sakin ve dingin bir hayat yaşar. Çünkü uyanık bir epifiz bezinin beyin frekansları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Normalde insanlar günlük yaşamlarındaki işlerde (gülmek, ağlamak, konuşmak) beta frekans dalgasını kullanırlar. İnsanların yarı ölüm olarak nitelendirilen uyku moduna geçtiklerinde ise beyin alfa frekansında dalgalar yayarlar. Uyku modunda alfa frekansında dalgalar yayan beynimiz rüya görmeye başladığımız rem safhasına geçtiği zaman ise, en mistik moduna geçerek teta frekansında dalgalar yaymaya başlar. Epifiz bezi uyanmış insanlar bu noktada günlük yaşamlarında alfa frekansında yaşarlar. Bu onların daha sakin, kavgadan uzak ve yaratıcı fikirler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu frekansta yaşayan insanlar pozitif bir bakış açısına sahip oldukları için çevresindeki insanlar üzerinde de olumlu etkiler bırakırlar. Epifiz bezini aktif edebilen insanların takıntılarından ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtuldukları, problemleri çözmek noktasında başarılı oldukları, empati yetenekleri ile duyarlılıklarının arttığı gözlenmiştir. İnsanların sahip olduğu ancak haberdar olmadığı birçok farklı psişik yeteneğinin olduğu ve bu uyanışla beraber bu yeteneklerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yine, epifiz bezini aktif eden insanlar gördükleri rüyaların çok daha canlı olduğunu ayrıca gün içinde transa geçerek farklı alemlere gidebildiklerini belirtmişlerdir.
Epifiz beziyle ilgili ortaya konulan ve dikkat çeken bir diğer önemli teori ise, epifiz bezinin uyanışının, insan hayatı boyunca en üst seviyelere çocukluk dönemlerinde (3-5 yaş arası) ulaşabildiği savıdır. Bu yaşlardaki çocukların yetişkinlerden daha ileri seviyelerde bilinç düzeyine sahip oldukları ve daha sezgisel davrandıkları iddia edilmektedir. 3'ncü gözlerinin açık olması sebebiyle bazı psişik güçlere sahip olduğuna inanılır. Örneğin bu yaşlardaki çocukların sezgilerinin etkisiyle kötü insanları yetişkinlerden daha iyi ayırt ettikleri düşünülmektedir. Yine bu çocukların ebeveynlerinin göremedikleri hayali arkadaşlarıyla konuştuklarına dair birçok psikolojik vaka bulunmaktadır. Ayrıca, televizyonlardaki sihirbazlık programlarında metal cisimlerin güç kullanmadan eğildiğini ve hareket ettirildiğini gören birçok çocuğun evlerinde bunları yapabilmesi bu teoriyi destekler niteliktedir. Hz. İsa'nın havarilerine 'Bir kez daha küçük çocuk olmadıkça, cennetin krallığına yeniden giremezsiniz' sözü çocuklarda yaşanan ruhsal gelişmişlik seviyesinin bir göstergesidir. 7 yaşından itibaren epifiz bezinin bu etkinliğinin düşmeye başladığı ve ergenlikle beraber cinselliğin çocuğun hayatında yer etmesiyle en alt seviyelere indiği varsayılmaktadır. Kundalini uyanışı adı verilen bir yoga biçimi çocuklukta sahip olduğumuz spirutüel gelişmişlik seviyesine tekrar ulaşmamızı amaçlamakta ve dünya üzerinde büyük rağbet görmektedir.
Sonuç olarak, birçok bilim insanı ve araştırmacı epifiz bezinin aktive edilmesi ve doğru kullanılmasıyla insanların bazı üstün özelliklere sahip olacağına ve ruhsal yönden üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Bu durumu daha da ileri götüren kimi araştırmacılar, epifiz bezinin uyandırılmasıyla insanların kolaylıkla telepati yaparak iletişime geçebileceğini ve zamanda yolculuk yapabileceğini iddia etmektedirler. Yetişkinler olarak hayatın zorluklarıyla yüzleştiğimiz yaşam yolculuğumuzda üstün ruhsal gelişmişlik seviyesine sahip olduğumuz çocukluğumuzla bağ kurabilirsek ve epifiz bezimizi tekrar uyandırabilirsek zorlu hayat mücadelemizi basit bir çocuk oyununa çevirebiliriz. Dünya üzerinde birçok insanın mutsuz olduğu düşünüldüğünde, sınırlarımızı zorlayarak Tanrı'nın bize bahşettiği ancak farkında olmadığımız mucizeleri keşfetmek hayatımızı tamamiyle değiştirecektir. Epifiz bezinin aktive edilmesiyle ilgili yapılması gereken birçok husustan bahsedilse de, hepsinden önemlisi bu süreci başarabileceğine inanmaktan geçer. Ne kadar çok yöntem ve çalışma yapsak da, beynimizdeki blokajları kaldırmadığımız sürece başarısız olmamız kaçınılmazdır.
Son olarak da hastane ortamında DMT yüklemesi yapılan gönüllü bir deneğin yaşadığı tecrübeyi kendi sözlerinden dinleyelim;
“Bedenimi geride bırakarak, dna’larımın içinden geçerek evrene doğru yol aldım. Tam bu anda beyaz ışığı fark ettim ve içine girdim. İçine girer girmez,kendimi bu ışığın bir parçası olarak hissettim o an ne yapıyor olduğum, geçmişim ve gelecek hissim kaybolmuştu. Bu o kadar keyifli ve haz vericiydi ki, hissettiğim şey anlatılamaz, bu ben değildim, ben aslında her şeydim. Işık olmuştum artık, ışığın ta kendisiydim, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık geçmiş, gelecek tüm hislerim yoktu artık. Sadece beyaz ve sarı olan ışığa odaklandım. Daha sonra bu ışıktan aşağı düşüyor olduğumu tüm benliğimle hissettim. lşığın dışına çıktım ve onun güneşten kopan parçalar olduğunu fark ettim. düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordum diğer tarafa geldiğimde, birdenbire evrendeydim, Büyük bir boşluk ve diğer canlılar.. benimle bu varlıklar arasında bulunan pembe ışıklı gökkuşağına dokundum ve hissettim. Siz hiç gökkuşağına dokundunuz mu? onu beyaz ışığa döndürmek istiyordum. ama bu muazzam pembe ışık, aşk enerjisi ve sevginin işareti olarak insanoğlunun sahip olduğu birşeydi ve ben onlara bunu yollamaya çalışıyordum yaşadıklarımı anlatmak için kelimeler yeterli değil.”
5/07/2019
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri size bir şey öğretiyorsa , onu dinleyin.
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
RÜYALARLA YAŞAYAN KABİLE: SENOİLER
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri size bir şey öğretiyorsa , onu dinleyin.
Senoiler, Malezya'nın dağlık bölgelerinde teknolojiden tamamen uzak bir şekilde barış içinde kültürlerini yaşayan bir topluluktur. Balta girmemiş ormanlarda yaşayan bu halkı diğer bütün topluluk ve kabilelerden ayıran özellik ise, rüyaları ve rüyaların yorumlarını yaşamlarının temel felsefesi haline getirmeleridir. Alınacak kısa ve uzun vadeli kararlarda, hatta günlük yaşamlarını etkileyen olay ve durumlarda bile rüyalar başlıca danıştıkları vazgeçilmez bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her evin bir rüya kliniği olduğu Senoiler'de, sabahları toplanan bir ailenin ilk yaptığı faaliyet birbirlerine rüyalarını anlatmalarıdır. Bu rüyaları yorumlayan ailenin gün içinde veya ilerleyen süreçte alacakları her türlü kararlar yaptıkları bu rüya yorumlarına göre şekillenmektedir. Bu yaşam felsefesini araştırmak için bölgeye giden psikolog ve araştırmacıların elde ettiği sonuçlar onları hayrete düşürmüştür. Peki fazlasıyla ilkel görülen bu kabilenin rüya temelli yaşam felsefesi nedir?
Araştırmacıların ilk dikkatlerini çeken husus, Senoilerin çevrelerindeki saldırgan ve vahşi kabilelere rağmen tamamen barış içinde yaşadıkları gerçeğidir. Barış, huzur, kardeşlik ve yardımseverliğin hüküm sürdüğü bu kabilede, ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar yok denecek kadar az seviyededir. Bu yaşam tarzının çevredeki kabilelerce sihirli bir güç olduğunun düşünüldüğü ve bu sebeple çatışmaktan kaçındıkları birçok araştırmacı tarafından belirtilmiştir. Sevgi ve hoşgörünün hakim olduğu Senoilerde, hırsızlık ve adam öldürme gibi artık normalleştirdiğimiz suçlar hiçbir şekilde işlenmemektedir. Belki de, rüyalar yardımıyla oluşturdukları mistik dünyanın etkisiyle ruhlarını kötülüklerden, şiddet ve saldırganlıktan uzak tuttuklarını ve sahip oldukları huzurlu ortamın olumlu rüyalar görmelerine etki ettiğini söyleyebiliriz. Aslında burada bir etki tepki oluştuğundan bahsedilebilir. Huzurlu yaşam biçiminin olumlu rüyalar görülmesine neden olduğunu, olumlu rüyalarında insanlar üzerinde pozitif etkiler bırakarak huzurlu bir ortam oluşmasına zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Araştırmacıların ilk dikkatlerini çeken husus, Senoilerin çevrelerindeki saldırgan ve vahşi kabilelere rağmen tamamen barış içinde yaşadıkları gerçeğidir. Barış, huzur, kardeşlik ve yardımseverliğin hüküm sürdüğü bu kabilede, ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar yok denecek kadar az seviyededir. Bu yaşam tarzının çevredeki kabilelerce sihirli bir güç olduğunun düşünüldüğü ve bu sebeple çatışmaktan kaçındıkları birçok araştırmacı tarafından belirtilmiştir. Sevgi ve hoşgörünün hakim olduğu Senoilerde, hırsızlık ve adam öldürme gibi artık normalleştirdiğimiz suçlar hiçbir şekilde işlenmemektedir. Belki de, rüyalar yardımıyla oluşturdukları mistik dünyanın etkisiyle ruhlarını kötülüklerden, şiddet ve saldırganlıktan uzak tuttuklarını ve sahip oldukları huzurlu ortamın olumlu rüyalar görmelerine etki ettiğini söyleyebiliriz. Aslında burada bir etki tepki oluştuğundan bahsedilebilir. Huzurlu yaşam biçiminin olumlu rüyalar görülmesine neden olduğunu, olumlu rüyalarında insanlar üzerinde pozitif etkiler bırakarak huzurlu bir ortam oluşmasına zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Senoilerin felsefesi, rüyada karşılaşılan varlıklar ve nesnelerle iletişime geçme ve onu kendine rehber edinme üzerine kuruludur. Rüyada karşılaşılan şeyin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan bu karşılaşmada ne yapılacağıdır. Karşılıklı bağ kurulduğu zaman rüyadaki varlığın bu alemde yapılacak yolculukta rehber olması istenir. Araştırmacılar, Senoilerin birçoğunun rüya rehberleri olduğunu belirtiler. Bu kimi zaman bir melek, kimi zaman bir hayvan ya da bitki olabilir. Senoiler bu varlığı kendi çocukları olarak nitelendirmektedir. Kısacası bir çoğumuz rüyamızda figüran rolünü üstlenirken, Senoiler baş rol oyuncusu olmaya çalışırlar. Böylece sahip oldukları rehberlerle dilediklerini özgürce yapabilecekleri rüya alemlerine yelken açarlar. Senoiler sabah uyandıklarında biribirlerine 'İyi uyudun mu?' demek yerine, 'İyi rüyalar gördün mü?' şeklinde sorular sorarlar.
Araştırmacı Patricia Garfield, Senoi kabilesinin yaşam felsefesini ve rüyalara olan ilginç bakış açısını araştırmak için uzun süre bu kabileyle beraber yaşamış bir bilim insanıdır. Garfield'in ilk dikkatini çeken hususlardan birisi, çocukluktan itibaren kabile üyelerinin rüya kontrolü konusunda eğitilmesi olmuştur. Patricia Garfield günümüzde büyük bir merak konusu olan rüya kontrolü (lucid dream) olgusunun bu topluluk tarafından başarıyla uygulandığını belirtmiştir. Araştırmalarını yoğunlaştıran Garfield kabilenin rüyalar konusunda bu kadar ileri olmasını üç prensibe bağlamaktadır. Bunlardan birincisi, tehlikeye karşı koyup ona hakim olma prensibidir. Bu prensipte rüyamızda karşılaştığımız ve bizde korku yaratan şeylerle tekrar yüzleşilmesi ve onların alt edilmesi üzerine kuruludur. Örneğin rüyasında bir aslanın kendine saldırdığını gören ve bunu anlatan çocuğa tekrar aynı rüyaya odaklanması ve aslanı gördüğünde kaçmadan karşı saldırıya geçmesi öğretilir. Böylece rüya vasıtasıyla kişinin korkularıyla yüzleşmesi ve özgüveninin pekiştirilmesi amaçlanır.
Araştırmanın ortaya koyduğu ikinci prensip, rüya görenin korkularını çoşkuya çevirmektir. Rüyada birçok insanda tedirginilik yaratan boşluğa düşme, tehlikeli bir ormanda koşma gibi rüyaların özgürce bir uçuş ve heyecan hissine dönüştürmeye yönelik telkinlerde bulunulmaktadır. Yani rüyada stres yaratan hususların heyecanlı bir serüven olarak görülmesi amaçlanmaktadır. Üçüncü prensip ise, rüya görenin kötü durumları kendi adına avantaja dönüştürmesidir. Rüyanızda bir varlıkla savastığınızda yaralansanız bile, onun gücünü azaltarak karşı tarafa zarar vermiş olursunuz. Senoililerin rüyalara karşı olan bu bakış açısı birçok bilim insanı tarafından modern dünyada insanların korkularıyla başa çıkabilmesinde kullanılır olabileceğini belirtmiştir.
Senoiler'in rüya felselerinden etkilenen bir diğer psikolog olan Eric Greenleaf bu teknikleri kullanmak amacıyla bir rüya laboratuvarı kurmuştur. Özellikle çocuklukta yaşanan travmalara bağlı olarak oluşan korkulara sahip denekler üzerinde çalışmıştır. Bu korkular üzerine odaklanan Eric Greenleaf, öncelikle sembol ve resimlerden yararlanarak deneklerin korkularına ait olay ve imgeleri rüyalarında görmeleri sağlanmıştır. Bu rüyalar öncesi verilen eğitimlerde deneklere rüyalarında sakin kalmaları, korkularıyla yüzleşmeleri ve onlarla savaşmaları telkin edilmiş ve psikolojileri bu yönde motive edilmiştir. Yapılan çalışmanın neticesinde birçok deneğin korkularıyla yüzleşmesi ve onlardan kurtulması sağlanmıştır. Eric Greenleaf, Senoilerin tekniklerinin kullanılarak insanların başarılarının önündeki engellerin rüya vasıtasıyla ortadan kaldırılabileceğini iddia etmiştir.
Sonuç olarak, Senoi Tekniği birçok psikolog tarafından hastalarını iyileştirmede bir tedavi yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştir. Senoilerin yaşam felsefesini öğrenmek için belli bir süre onlarla birlikte yaşayan birçok araştırmacı, onların dünyanın en huzurlu ve sağlam ruh sağlığına sahip halkı olduğunu belirtmişlerdir. Günümüz modern dünyasında fazlasıyla ilkel görülen Senoiler, diğer taraftan rüyalar ve ruhun manevi gelişimi açısından uygar medeniyetlerin çok ötesinde bir topluluktur. Modernitenin en büyük hastalıklarından olan ben merkezcilik, açgözlülük ve şiddet gibi kurtulmamızın çok zor olduğu hastalıklardan uzak, kurmuş oldukları ütopik dünyada fazlasıyla mutlu olarak yaşayan bu kadim topluluk, insan ruhunun derinliklerinin keşfedildiğinde hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağının en büyük kanıtıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...