5/23/2019
Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş k...
GÖK BİLİMCİ KABİLE: DOGONLAR
Geçmişten günümüze teknolojinin gelişmesine paralel olarak kurulan modern dünya düzenini reddeden birçok kabile, hala gelişmiş kültürel öğeleriyle hayatlarını devam ettirmektedir. Dışarıdan tamamen ilkel görülen, teknolojiye kapalı olarak toprak anayla iç içe yaşamlarını sürdüren bu toplulukların, araştırmacılar tarafından incelenmeye başlanmasıyla insanları hayrete düşürecek birçok üstün meziyete sahip oldukları anlaşılmıştır. Rüyalarına hükmeden Senoilerden, ruhsal gelişmişlikte üst seviyelerde olan Şamanlardan, çöl insanları olan anaerkil toplum Tuareglerden ve dağların efendileri Kalaşlardan önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Batı Afrika ülkesi olan Mali'de yaşayan Dogonlar ise, günümüz teknolojisiyle ancak keşfedilebilmiş olan uzay bilimi hakkında, M.Ö 3200 yıllarına kadar uzanan bilgi birikimleriyle bilim insanlarını hayrete düşüren eşsiz bir topluluktur. Peki atalarının 8.6 km ışık yolu uzaktaki Sirius yıldız grubundan gelen uzaylılar tarafından eğitildiğini iddia eden Dogonların modern dünya insanlarını bu denli etkilemesinin sebepleri nelerdir?
DOGON KÜLTÜRÜ VE SOSYAL YAŞAM
Evlerini dik yamaçlara inşa ettikleri için uçurum insanları olarak adlandırılan Dogonlar, yaklaşık 250 bine ulaşan nüfuslarıyla Mali nüfusunun %4'ünü oluşturmaktadır. Bölgede bulunan Telemlere galip gelen Dogonlar, 13'üncü yüzyıl itibariyle günümüzde bulundukları bölgeye yerleşmişlerdir. Nijer Kongo dilini konuşan bu topluluk tarım ve hayvancılığın yanında, mükemmel ağaç işçilikleriyle geçimlerini sağlamaktadırlar. Geçmişten günümüze korudukları kültürel miraslarının temelinde yer alan semboller, Antik Mısırdan kalan tablet çizimleriyle benzerlik göstermektedir. Atalarının aminist inançlarına sıkı sıkıya bağlı olan Dogonlar, zaman içerisinde hem müslümanlık hem hristiyanlıkla tanışmışlardır. Dini ritüellerinde ayaklarına bağladıkları uzun tahtalar ve maskeleri oldukça dikkat çekicidir. Aynı köylerde hristiyan, müslüman ve aministler huzur içinde yaşamaktadır. Dinde zorlamanın olmadığı Dogonlarda, yaşlılardan seçilen bir ruhani lider bulunmaktadır. Dogonlarda 8-12 yaş arası erkek çocukların yanısıra, 6-8 yaş arasındaki kızlarda sünnet edilmektedir.
Üç çocuk getirmeyen bir kadının dini ritüellere katılamadığı bu toplulukta erkek üstünlüğü söz konusudur. Ancak yetiştirdikleri ürünlerin satışında ve günlük işlerin idamesinde yük kadının üstündedir. Yalnızca yaşlı insanlara cenaze merasimi yapılan kabilede; ölümlerin üçüncü yılında yaptıkları dama isimli törenle ruhun yeni bir bedene geçmesi (reenkarnasyon) amaçlanmakta ve ölüler kutsal saydıkları mağaralara gömülmektedir. Avcılığın önemli bir yer tuttuğu Dogonlarda, hayvanlar öldürülmeden önce onlara olan özürlerini dile getirmek amacıyla şarkılar söylenmektedir ve kimi hayvanların avlanması kutsal sayıldığı için yasaktır. Hastalarına genellikle doğadan hazırladıkları karışımlarla şifa bulmaya çalışırlar. 1931 yılında Fransız antropologlar Marcel Griaule ve Germaniae Dieterlen, Dogonlar’ı ayrıntılı olarak araştırmaya karar vermiş ve 21 yıl boyunca onlarla aynı ortamı paylaşmışlardır. Bu iki insanbilimcinin araştırmaları Dogonlar hakkında pek çok bilinmeyenin keşfine olanak sağlamıştır. Bu keşiflerin en sıradışı olanları ise, onların sahip olduğu astronomi bilgisidir...
DOGONLAR ve ASTRONOMİ
Dogonların gizemini daha iyi anlamak için mitolojilerini incelemek gerekir. Dogon mitolojisi Sirius yıldız sistemi (şeklinden dolayı köpekyıldızı olarak da adlandırılmaktadır) ve onun çevresinde bulunan gezegen ve yıldızlara dayanmaktadır. Dogon mitolojisinde; Sirius yıldız sisteminde yaşayan, Nommolar olarak isimlendirilen, hem karada hem denizde yaşabilen varlıkların insanları uygarlaştırmak için yeryüzüne indiğine inanılır. Dogonlar, bu varlıkların Dogon rahiplerine uzayın sırlarını öğrettiklerini (yaklaşık 250 bin yıl önce) ve bunun nesilden nesile aktarılarak günümüze kadar ulaştığını iddia etmektedirler. Ayrıca Nommoların babası olan Amma'nın dünyanın ve insanoğlunun yaratıcısı ve mutlak hakimi olduğuna inanılmaktadır. Onlara göre insanlığın varoluşu, Samanyolu galaksisi ile Sirius yıldız sisteminin etkileşimi (evlenmesi) sonucunda meydana gelmiştir. Dogonlar, Nommoların birgün tekrar yeryüzüne ineceğine inanmaktadırlar. Yazıtlarında yer alan “Göklerde bir yıldız belirecek ve bu Nommo’nun yeniden dirilişinin işareti olacak” ifadesi bu inanışı desteklemektedir. Amerikalı bilim insanı Robert Temple geçmişe ait sembolleri incelediğinde, Nommo uzay gemisinin dönerek yere inişini anlatan çizimler tespit ettiğini belirtmiştir. Özellikle çizimlerde çok fazla sayıda Nommon gemisi tasvirleri bulunmaktadır. İşte Dogonların astronomi bilgilerini inceleyen araştırmacıların tespit ettiği, günümüzde çok gelişmiş teleskoplar ve uzay araçları yardımıyla ancak öğrenilebilen o sıradışı gerçekler;
Dogonlar, binlerce yıllık geçmişe dayanan çizimlerinde dünyanın yuvarlak olduğunu, ayın dünya, dünyanın güneş etrafında döndüğünü, samanyolu galaksisini ve ayda bulunan kraterleri resmetmişlerdir. İlk defa ünlü gökbilimci Galileo tarafından ortaya konulan tespitlerin birçoğunun Dogonların ataları tarafından çizimlerine yansıtılması büyük şaşkınlık yaratmıştır. Dogonların sahip olduğu bir diğer ilginç bilgi ise, Jupiter'in 4 uydusundan ve Satürn'ün ancak teleskopla görülen halkalarından haberdar olmalarıdır.
Dogonlar Sirius yıldızının en parlak yıldız olduğunu, Sirius'un yanında çıplak gözle görülemeyen ve kendilerinin Potolo olarak adlandırdıkları sönük bir yıldızın daha olduğunu ve Sirius yıldızının çevresindeki dönüşünü 50 yılda tamamladığını belirtmişlerdir. Dogonlar bu sönük yıldızın dünyada bulunan bütün maddelerden daha ağır bir maddeden oluştuğunu ve çok yoğun bir birleşim içerdiğini belirtmişlerdir. Dogonlardan habersiz bir şekilde araştırmalar yapan gökbilimci Alvan Graham Clarck, 1862 yılında Dogonların bahsettiği bu sönük yıldızı keşfetmiş ve Sirius B olarak isimlendirmiştir. 1920 yılına gelindiğinde ise gökbilimciler, Sirius B yıldızının soluk ancak yoğun kütleye sahip bir cüce yıldız olduğunu tespit etmişlerdir. Yapılan araştırmalar bu yıldızın tıpkı Dogonların bahsettiği gibi yogun ve dünyadaki maddelerden çok daha ağır bir maddeden oluştuğunu ıspatlamıştır. (Bu yıldızdan alınacak bir kaşık maddenin 5 ton ağırlığında olabilecek kadar yoğun olması). Ayrıca Sirius B yıldızı Dogon mitolojisinde ölünce ruhların göç ettiği yer olarak bilinmektedir.
Dogonlar araştırmacılara Sirius sisteminde Emma Ya adını verdikleri ve kendilerine bu bilgileri aktaran Nommoların gezegeni olduklarını iddia ettikleri üçüncü bir yıldızdan bahsetmişlerdir. Ayrıca, bu yıldızın Sirius B yıldızından 4 kat hafif olduğunu, Sirius sisteminin etrafında daha geniş bir yörünge çizdiklerini ve bir uydusu olduğunu belirtmişlerdir. Bilim insanları ise, bu yıldızı 1995 yılında keşfetmiş ve Sirius C adını vermişlerdir. Sirius C'nin tıpkı Dogonların belirttiği şekilde Sirius B'ye göre daha geniş bir yörünge çizdiğinin tespit edilmesi büyük şaşkınlık yaratmıştır.
Dogonlar araştırmacılara Sirius sisteminde Emma Ya adını verdikleri ve kendilerine bu bilgileri aktaran Nommoların gezegeni olduklarını iddia ettikleri üçüncü bir yıldızdan bahsetmişlerdir. Ayrıca, bu yıldızın Sirius B yıldızından 4 kat hafif olduğunu, Sirius sisteminin etrafında daha geniş bir yörünge çizdiklerini ve bir uydusu olduğunu belirtmişlerdir. Bilim insanları ise, bu yıldızı 1995 yılında keşfetmiş ve Sirius C adını vermişlerdir. Sirius C'nin tıpkı Dogonların belirttiği şekilde Sirius B'ye göre daha geniş bir yörünge çizdiğinin tespit edilmesi büyük şaşkınlık yaratmıştır.
Sirius yıldızı ile ilgili bir diğer önemli nokta, sadece Dogon mitolojisinde değil diger din ve inanç sistemlerinde de önemli bir yere sahip olmasıdır. Kuran-ı Kerim'de güneşten sonra tek bahsedilen yıldız Sirius yıldızıdır. Necm suresi 49'uncu ayette 'Doğrusu Şira yıldızının Rabbi O'dur' şeklinde bahsedilmektedir. Hristiyanlıkta bazı kabala bilginleri Hz. İsa'nın doğumu ile gökte beliren yıldızın, en parlak yıldız olan Sirius yıldızı ile en parlak gezegen olan Jupiter'in birleşmesiyle oluştuğunu öne sürmüşlerdir. Yine eski Çin metinlerinde Sirius yıldızı büyük ayı takım yıldızı ile hareket eden bir yıldız olarak tasvir edilmiştir. Olumlu ve olumsuz enerjinin Güneş ile beraber Sirius yıldızından kaynaklandığı belirtilmiştir. 1909 yılında ise, gökbilimci Ejnar Hertzsprung Sirius yıldızının Çin metinlerinde belirtildiği şekilde büyük ayı takım yıldızıyla birlikte hareket ettiğini iddia etmiştir.
Hiçbir gelişimden haberleri olmayan, çadır ve kerpiç evlerde yaşayan, teknolojik hiçbir aygıttan yararlanmayan bu kabilenin Sirius yıldız sistemi ve çevresi hakkında verdiği bilgiler araştırmacıları hayretler içinde bırakmıştır. Ünlü Arkeolog Eric Von Daniken bu durumu; dünya dışı varlıkların dünyamızı ziyaret etmesinin kesin bir kanıtı olarak görmüştür. Birçok araştırmacı, kendileriyle görüşmeye sıcak bakmayan Dogon rahiplerinin tüm bildiklerini açıklamadıklarını aslında bu ilkel kabilenin uzayın sırları hakkında çok daha fazla bilgi sahibi oldukları konusunda hemfikirlerdir. Bazı araştırmacılar ise, işi daha ileri götürerek Dogon sembollerinin incelendiğinde uzay bilimi konusundaki gerçeklerin yanı sıra, DNA ve atomun yapısı, kuantum fiziği ve sicim teorisine kadar birçok bilginin resmedildiğini iddia etmektedirler. Ünlü bilim insanı olan Stephen Hawking kuantum fiziği kapsamında 200'den fazla temel parçacığın olduğunu belirtip tam bir sayı verememişken, Dogon rahipleri 266 temel parçacık olduğunu araştırmacılara net bir biçimde belirtmiştir. Sonuç olarak, Dogon topluluğu fazlasıyla ilkel yaşamlarına rağmen, sahip olduğu bilgelikle insanları hayrete düşüren eşsiz bir toplumdur. Belki de, bu toplulukla olan ilişkilerin kuvvetlendirilmesi evrenin sırlarını çözme noktasında insanlığa büyük yararlar sağlayabilir.
5/16/2019
İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam...
KALP GÖZÜMÜZ: EPİFİZ BEZİ
İnsan beyninde yer alan, bir bezelye tanesi büyüklüğüne sahip olan (5mm ile 8mm arasında 100 ile 180 miligram ağırlığında) ve çam kozasına benzeyen epifiz bezi, gerek tarihsel kaynak ve sembollerde gerek bilimin gelişmesine paralel olarak ortaya konulan çalışmalarda insan bedeninin en gizemli organı olarak görülmektedir. Beynin birçok gizeminden biri olan epifiz bezini diğer organlardan ayıran en önemli özelliklerinden birisi ise, gözdeki retina, mercek ve renk alıcıları gibi dokulara sahip olması ve tamamen kapalı bir ortamda olmasına rağmen gözümüz gibi ışık kaynaklarını algılamasıdır. Bu kadar küçük ve önemsiz görülmesine rağmen böbrekten sonra en fazla kanın pompalandığı organ olan epifiz bezi, simetrik şekilde ikiye bölünmüş ve herşeyden iki tane olan beynimizde eşi olmayan tek organdır. Peki antik çağlardan günümüze kadar önemi artarak devam eden ve kalp gözümüz olduğu iddia edilen bu organın ardındaki sır perdesi nedir?
İnsanoğlunun epifiz bezinin önemini idrak edişi, antik çağlara kadar dayanmaktadır. Budanın kalpağında, Mısır, Asur ve Sümer duvar resimlerinde, Antik Yunan'dan günümüze ulaşan eserlerde, Papa'nın asasında, Güney Amerika yerlilerinde ve Hintlilerin dini ritüellerinde çam kozası şeklinde tasvir edilmiştir. Günümüzde de Hindular ile Şamanizm inancına sahip bozkır insanları 3. göz ve sezginin gözü olarak isimlendirdikleri epifiz bezini alınlarının ortasında oluşturdukları kırmızı noktalarla sembolize etmektedirler. M.Ö 4'ncü yüzyılda yaşamış olan Mısırlı Herolifos epifiz bezine düşünce akımını besleyen salgı bezi olarak nitelendirmiştir. Yine Antik Roma'da ünlü bir hekim olan Bergamalı Galen epifiz bezinin düşünceleri düzenleyen organ olduğunu belirtmiştir.
Ünlü filozof Descartes ise, epifiz bezini gördüklerimizi yorumlayan ve ruhun bedene temas ettiği organ olarak tasvir etmiştir. Antik çağlarda epifiz bezinin etkin şekilde kullanıldığı dönemlerde bir pinpon topu büyüklüğünde olduğu, teknolojinin gelişmelerin neden olduğu insanların spiritüel seviyelerindeki düşüşe paralel olarak bir bezelye tanesi boyutuna kadar küçüldüğü belirtilmektedir. Yakın bir tarihe kadar ise bilim insanları epifiz bezinin evrim sonucu insan vücüdunda körelmiş ve işe yaramayan bir organ olarak adlandırmaktaydılar. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ile özellikle belli evrelerde (uyku, rüya) epifiz bezinin büyüdüğünü ve ışık kaynaklarına gözümüz gibi farklı tepkiler verdiği ıspatlanmıştır. Çıkarılıp incelendiğinde gözdeki retina, mercek ve renk reseptörlerine benzer dokulara sahip olduğunun tespit edilmesiyle birçok bilim cevresi tarafından 3. göz olarak adlandırılmıştır. Salgıladığı hormonlar ortaya çıktığında ise, ne kadar önemli bir organ olduğu daha net anlaşılmıştır. Gelin bu hormonların neler olduğuna bir bakalım.
Ünlü filozof Descartes ise, epifiz bezini gördüklerimizi yorumlayan ve ruhun bedene temas ettiği organ olarak tasvir etmiştir. Antik çağlarda epifiz bezinin etkin şekilde kullanıldığı dönemlerde bir pinpon topu büyüklüğünde olduğu, teknolojinin gelişmelerin neden olduğu insanların spiritüel seviyelerindeki düşüşe paralel olarak bir bezelye tanesi boyutuna kadar küçüldüğü belirtilmektedir. Yakın bir tarihe kadar ise bilim insanları epifiz bezinin evrim sonucu insan vücüdunda körelmiş ve işe yaramayan bir organ olarak adlandırmaktaydılar. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ile özellikle belli evrelerde (uyku, rüya) epifiz bezinin büyüdüğünü ve ışık kaynaklarına gözümüz gibi farklı tepkiler verdiği ıspatlanmıştır. Çıkarılıp incelendiğinde gözdeki retina, mercek ve renk reseptörlerine benzer dokulara sahip olduğunun tespit edilmesiyle birçok bilim cevresi tarafından 3. göz olarak adlandırılmıştır. Salgıladığı hormonlar ortaya çıktığında ise, ne kadar önemli bir organ olduğu daha net anlaşılmıştır. Gelin bu hormonların neler olduğuna bir bakalım.
Öncelikle epifiz bezi, insan vücudu için önemli olan üç hormonu salgılamaktadır. Bunlardan birincisi, gündüz ve gece düzenimizi kontrol eden ve karanlıkta salgıladığımız melatonin hormonudur. Melatonin hormonunun en önemli özelliği, insanları hastalıklardan korumasıdır. Yapılan araştırmalarda çok ışıklı ortamlarda çalışan insanların hastalıklara ve özellikle kansere yakalanma riskinin daha fazla olduğu ispatlanmıştır. Bu durumu destekleyen bir diğer araştırma ise görme engellilerin kansere yaklanma riskinin yok denecek kadar az olmasıdır. Epifiz bezinin salgıladığı ikinci önemli hormon serotonindir. Mutluluk hormonu olarak da bilinen serotonin insanın mutlu, canlı ve zinde olmasını sağlayan hormondur. Serotoninin eksikliğinde sıkılgan, yorgun ve depresif ruh hali görülür. Bunun sonucu olarak da anksiyeti bozukluğu, depresyon, panik atak ve şizofreni gibi birçok önemli hastalık ortaya çıkar.
Epifiz bezinin salgıladığı son hormon ise ruh molekülü olarak da bilinen DMT'dir. Doğum ve ölüm anında en üst seviyede salgılanan bu hormon normal yaşamımızda ise, uykumuzda salgılanmaktadır. Özellikle rüya gördüğümüz rem safhasında DMT hormonu salgılanması artmaktadır. DMT hormonunun en önemli özelliklerinden biri de, sadece insanlarda değil tüm hayvanlarda hatta bazı bitkilerde de bulunmasıdır. Geçmişten günümüze bazı bitkilerde yoğun DMT'in olduğunu bilinçli ya da tesadüfi olarak keşfeden insanlar ruhlarını keşfetme noktasında bu bitkilerden yararlanmışlardır. Vücutlarına DMT yüklemesi yapan insanlar asıl gerçekliği bu aşamadan sonra gördüklerini iddia ederler.
Kızıldereliler ve Amazon kabileleri yüzyıllardır belli ritüeller eşliğinde, içinde fazlasıyla DMT bulunan Ayahuasca çayını(kargı kamışı ve uzerlik tohumu karışımı) tüketmektedirler. Bu çayı içmelerinden kısa bir süre sonra bir ışık süzmesi gördüklerini, bu ışık süzmesinden geçerek diğer alemlere geçiş yaptıklarını; bu yolculuk süresince renklerin hiç olmadığı kadar canlı, kendilerini de yüklerinden arınmış olarak olabildiğince hafif olduklarını belirtmişlerdir. Bu deneyimi yaşayanların çoğunluğunda görülen şey ise, kendilerini evrenin bir parçası olarak hissetmeleridir. DMT'in çok fazla miktarda bulunduğu üzerlik tohumundan Mevlana'nın eserlerinde de bahsedilmektedir. Mevlana bir sözünde 'Uzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü' demiştir. Sufilerin ibadet etmeden önce üzerlik tohumu içmeleri, kargı kamışından yaptıkları neylere üflemeleri ve vahdet inancına sıkı sıkıya bağlı olmaları Güney Amerika yerlilerinin tecrübeleriyle benzerlik göstermektedir. Yine Hz.İsa'nın 'Karanlıkta oturanlar gerçek ışığı görürler' ifadesi epifiz bezinin fonksiyonuyla birebir örtüşmektedir.
Tarih boyunca birçok insan DMT bulunan bitkileri yemek dışında da bazı yöntemler geliştirerek epifiz bezinin verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Birçok din alimi, budist rahipler ve şamanlar melotonin ve DMT salgılanmasını kolaylaştıran karanlık mağara ve ortamlarda kalmış, uzun süre insanlardan uzak ve hayatlarını devam ettirecek kadar az besin tüketerek transa geçmelerini kolaylaştırmışlardır. Çünkü tıka basa dolu midenin epifiz bezinin çalışmasını olumsuz yönde etkilediği ve insanların sahip olduğu kötü özelliklerin (kıskanclık, haset, dedikodu, bencillik) bu manevi yolculukta bir blokaj etkisinin olduğu düşünülmektedir. Yine cinsel dürtülerin epifiz bezinin çalışmasına ve büyümesine engel olduğu bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde epifiz bezinin en düşük seviyelerine ulaştığı tespit edilmiştir. Geçmişten günümüze birçok din aliminin evlilikten uzak durması ve cinselliği hayatlarından çıkarmaları epifiz bezinin sağladığı ruhani yolculuğun üzerilerinde bıraktığı etkiden kaynaklanmaktadır. Günümüz insanlarının bu denli ışığa maruz kalması, cinselliğe bu kadar kolay ulaşmaları ve sürekli diğer insanlarla iç içe yaşamaları epifiz bezinin kullanılması önünde büyük engeller teşkil etmektedir.
Epifiz bezini etkin şekilde kullanmaya başlayan insanlarda zeka ve algılama seviyelerindeki yükselmeye paralel olarak, bilinç ve bilinçaltının mucizelerini etkin şekilde kullandıkları iddia edilmektedir. Ruhsal olarak sağladığı gelişimlerin yanında, epifiz bezi uyanışı ile birçok ağır hastalığın çok kolay şekilde atlatılabileceği iddia edilmektedir. Kimi araştırmacılar buna bilinçaltımızın sahip olduğu ancak bizim kullanamadığımız birçok mucizeden biri olduğunu savunurlar. Ayrıca bu insanlar sadece kendilerinin değil çevrelerindeki insanların sıkıntılarını ve hastalıklarını iyileştirmede şifacı bir rol üstlenirler. Her ne kadar bu konu kimi şarlatanlar tarafından suistimal edilse de, gerek Anadolunun ocakcı anaları, gerek insan eli değmemiş uçsuz bucaksız bozkırlarda yaşayan şamanlar ile şifacıları elleriyle dokunmak suretiyle veya yaptıkları dualarla günümüz de dahil birçok insana derman olabilmektedir.
Epifiz bezi uyanmış bir insan, diğer insanlara göre daha sakin ve dingin bir hayat yaşar. Çünkü uyanık bir epifiz bezinin beyin frekansları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Normalde insanlar günlük yaşamlarındaki işlerde (gülmek, ağlamak, konuşmak) beta frekans dalgasını kullanırlar. İnsanların yarı ölüm olarak nitelendirilen uyku moduna geçtiklerinde ise beyin alfa frekansında dalgalar yayarlar. Uyku modunda alfa frekansında dalgalar yayan beynimiz rüya görmeye başladığımız rem safhasına geçtiği zaman ise, en mistik moduna geçerek teta frekansında dalgalar yaymaya başlar. Epifiz bezi uyanmış insanlar bu noktada günlük yaşamlarında alfa frekansında yaşarlar. Bu onların daha sakin, kavgadan uzak ve yaratıcı fikirler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu frekansta yaşayan insanlar pozitif bir bakış açısına sahip oldukları için çevresindeki insanlar üzerinde de olumlu etkiler bırakırlar. Epifiz bezini aktif edebilen insanların takıntılarından ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtuldukları, problemleri çözmek noktasında başarılı oldukları, empati yetenekleri ile duyarlılıklarının arttığı gözlenmiştir. İnsanların sahip olduğu ancak haberdar olmadığı birçok farklı psişik yeteneğinin olduğu ve bu uyanışla beraber bu yeteneklerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yine, epifiz bezini aktif eden insanlar gördükleri rüyaların çok daha canlı olduğunu ayrıca gün içinde transa geçerek farklı alemlere gidebildiklerini belirtmişlerdir.
Epifiz beziyle ilgili ortaya konulan ve dikkat çeken bir diğer önemli teori ise, epifiz bezinin uyanışının, insan hayatı boyunca en üst seviyelere çocukluk dönemlerinde (3-5 yaş arası) ulaşabildiği savıdır. Bu yaşlardaki çocukların yetişkinlerden daha ileri seviyelerde bilinç düzeyine sahip oldukları ve daha sezgisel davrandıkları iddia edilmektedir. 3'ncü gözlerinin açık olması sebebiyle bazı psişik güçlere sahip olduğuna inanılır. Örneğin bu yaşlardaki çocukların sezgilerinin etkisiyle kötü insanları yetişkinlerden daha iyi ayırt ettikleri düşünülmektedir. Yine bu çocukların ebeveynlerinin göremedikleri hayali arkadaşlarıyla konuştuklarına dair birçok psikolojik vaka bulunmaktadır. Ayrıca, televizyonlardaki sihirbazlık programlarında metal cisimlerin güç kullanmadan eğildiğini ve hareket ettirildiğini gören birçok çocuğun evlerinde bunları yapabilmesi bu teoriyi destekler niteliktedir. Hz. İsa'nın havarilerine 'Bir kez daha küçük çocuk olmadıkça, cennetin krallığına yeniden giremezsiniz' sözü çocuklarda yaşanan ruhsal gelişmişlik seviyesinin bir göstergesidir. 7 yaşından itibaren epifiz bezinin bu etkinliğinin düşmeye başladığı ve ergenlikle beraber cinselliğin çocuğun hayatında yer etmesiyle en alt seviyelere indiği varsayılmaktadır. Kundalini uyanışı adı verilen bir yoga biçimi çocuklukta sahip olduğumuz spirutüel gelişmişlik seviyesine tekrar ulaşmamızı amaçlamakta ve dünya üzerinde büyük rağbet görmektedir.
Sonuç olarak, birçok bilim insanı ve araştırmacı epifiz bezinin aktive edilmesi ve doğru kullanılmasıyla insanların bazı üstün özelliklere sahip olacağına ve ruhsal yönden üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Bu durumu daha da ileri götüren kimi araştırmacılar, epifiz bezinin uyandırılmasıyla insanların kolaylıkla telepati yaparak iletişime geçebileceğini ve zamanda yolculuk yapabileceğini iddia etmektedirler. Yetişkinler olarak hayatın zorluklarıyla yüzleştiğimiz yaşam yolculuğumuzda üstün ruhsal gelişmişlik seviyesine sahip olduğumuz çocukluğumuzla bağ kurabilirsek ve epifiz bezimizi tekrar uyandırabilirsek zorlu hayat mücadelemizi basit bir çocuk oyununa çevirebiliriz. Dünya üzerinde birçok insanın mutsuz olduğu düşünüldüğünde, sınırlarımızı zorlayarak Tanrı'nın bize bahşettiği ancak farkında olmadığımız mucizeleri keşfetmek hayatımızı tamamiyle değiştirecektir. Epifiz bezinin aktive edilmesiyle ilgili yapılması gereken birçok husustan bahsedilse de, hepsinden önemlisi bu süreci başarabileceğine inanmaktan geçer. Ne kadar çok yöntem ve çalışma yapsak da, beynimizdeki blokajları kaldırmadığımız sürece başarısız olmamız kaçınılmazdır.
Son olarak da hastane ortamında DMT yüklemesi yapılan gönüllü bir deneğin yaşadığı tecrübeyi kendi sözlerinden dinleyelim;
“Bedenimi geride bırakarak, dna’larımın içinden geçerek evrene doğru yol aldım. Tam bu anda beyaz ışığı fark ettim ve içine girdim. İçine girer girmez,kendimi bu ışığın bir parçası olarak hissettim o an ne yapıyor olduğum, geçmişim ve gelecek hissim kaybolmuştu. Bu o kadar keyifli ve haz vericiydi ki, hissettiğim şey anlatılamaz, bu ben değildim, ben aslında her şeydim. Işık olmuştum artık, ışığın ta kendisiydim, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık geçmiş, gelecek tüm hislerim yoktu artık. Sadece beyaz ve sarı olan ışığa odaklandım. Daha sonra bu ışıktan aşağı düşüyor olduğumu tüm benliğimle hissettim. lşığın dışına çıktım ve onun güneşten kopan parçalar olduğunu fark ettim. düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordum diğer tarafa geldiğimde, birdenbire evrendeydim, Büyük bir boşluk ve diğer canlılar.. benimle bu varlıklar arasında bulunan pembe ışıklı gökkuşağına dokundum ve hissettim. Siz hiç gökkuşağına dokundunuz mu? onu beyaz ışığa döndürmek istiyordum. ama bu muazzam pembe ışık, aşk enerjisi ve sevginin işareti olarak insanoğlunun sahip olduğu birşeydi ve ben onlara bunu yollamaya çalışıyordum yaşadıklarımı anlatmak için kelimeler yeterli değil.”
Epifiz bezinin salgıladığı son hormon ise ruh molekülü olarak da bilinen DMT'dir. Doğum ve ölüm anında en üst seviyede salgılanan bu hormon normal yaşamımızda ise, uykumuzda salgılanmaktadır. Özellikle rüya gördüğümüz rem safhasında DMT hormonu salgılanması artmaktadır. DMT hormonunun en önemli özelliklerinden biri de, sadece insanlarda değil tüm hayvanlarda hatta bazı bitkilerde de bulunmasıdır. Geçmişten günümüze bazı bitkilerde yoğun DMT'in olduğunu bilinçli ya da tesadüfi olarak keşfeden insanlar ruhlarını keşfetme noktasında bu bitkilerden yararlanmışlardır. Vücutlarına DMT yüklemesi yapan insanlar asıl gerçekliği bu aşamadan sonra gördüklerini iddia ederler.
Kızıldereliler ve Amazon kabileleri yüzyıllardır belli ritüeller eşliğinde, içinde fazlasıyla DMT bulunan Ayahuasca çayını(kargı kamışı ve uzerlik tohumu karışımı) tüketmektedirler. Bu çayı içmelerinden kısa bir süre sonra bir ışık süzmesi gördüklerini, bu ışık süzmesinden geçerek diğer alemlere geçiş yaptıklarını; bu yolculuk süresince renklerin hiç olmadığı kadar canlı, kendilerini de yüklerinden arınmış olarak olabildiğince hafif olduklarını belirtmişlerdir. Bu deneyimi yaşayanların çoğunluğunda görülen şey ise, kendilerini evrenin bir parçası olarak hissetmeleridir. DMT'in çok fazla miktarda bulunduğu üzerlik tohumundan Mevlana'nın eserlerinde de bahsedilmektedir. Mevlana bir sözünde 'Uzerlik tohumu karanlığı örttü ve gerçek göründü' demiştir. Sufilerin ibadet etmeden önce üzerlik tohumu içmeleri, kargı kamışından yaptıkları neylere üflemeleri ve vahdet inancına sıkı sıkıya bağlı olmaları Güney Amerika yerlilerinin tecrübeleriyle benzerlik göstermektedir. Yine Hz.İsa'nın 'Karanlıkta oturanlar gerçek ışığı görürler' ifadesi epifiz bezinin fonksiyonuyla birebir örtüşmektedir.
Tarih boyunca birçok insan DMT bulunan bitkileri yemek dışında da bazı yöntemler geliştirerek epifiz bezinin verimli bir şekilde çalışmasını sağlamıştır. Birçok din alimi, budist rahipler ve şamanlar melotonin ve DMT salgılanmasını kolaylaştıran karanlık mağara ve ortamlarda kalmış, uzun süre insanlardan uzak ve hayatlarını devam ettirecek kadar az besin tüketerek transa geçmelerini kolaylaştırmışlardır. Çünkü tıka basa dolu midenin epifiz bezinin çalışmasını olumsuz yönde etkilediği ve insanların sahip olduğu kötü özelliklerin (kıskanclık, haset, dedikodu, bencillik) bu manevi yolculukta bir blokaj etkisinin olduğu düşünülmektedir. Yine cinsel dürtülerin epifiz bezinin çalışmasına ve büyümesine engel olduğu bilimsel açıdan ispatlanmıştır. Özellikle ergenlik döneminde epifiz bezinin en düşük seviyelerine ulaştığı tespit edilmiştir. Geçmişten günümüze birçok din aliminin evlilikten uzak durması ve cinselliği hayatlarından çıkarmaları epifiz bezinin sağladığı ruhani yolculuğun üzerilerinde bıraktığı etkiden kaynaklanmaktadır. Günümüz insanlarının bu denli ışığa maruz kalması, cinselliğe bu kadar kolay ulaşmaları ve sürekli diğer insanlarla iç içe yaşamaları epifiz bezinin kullanılması önünde büyük engeller teşkil etmektedir.
Şifacı bir Şaman Kadın |
Epifiz bezi uyanmış bir insan, diğer insanlara göre daha sakin ve dingin bir hayat yaşar. Çünkü uyanık bir epifiz bezinin beyin frekansları üzerinde büyük bir etkisi vardır. Normalde insanlar günlük yaşamlarındaki işlerde (gülmek, ağlamak, konuşmak) beta frekans dalgasını kullanırlar. İnsanların yarı ölüm olarak nitelendirilen uyku moduna geçtiklerinde ise beyin alfa frekansında dalgalar yayarlar. Uyku modunda alfa frekansında dalgalar yayan beynimiz rüya görmeye başladığımız rem safhasına geçtiği zaman ise, en mistik moduna geçerek teta frekansında dalgalar yaymaya başlar. Epifiz bezi uyanmış insanlar bu noktada günlük yaşamlarında alfa frekansında yaşarlar. Bu onların daha sakin, kavgadan uzak ve yaratıcı fikirler geliştirmesine neden olmaktadır. Bu frekansta yaşayan insanlar pozitif bir bakış açısına sahip oldukları için çevresindeki insanlar üzerinde de olumlu etkiler bırakırlar. Epifiz bezini aktif edebilen insanların takıntılarından ve ruhsal rahatsızlıklardan kurtuldukları, problemleri çözmek noktasında başarılı oldukları, empati yetenekleri ile duyarlılıklarının arttığı gözlenmiştir. İnsanların sahip olduğu ancak haberdar olmadığı birçok farklı psişik yeteneğinin olduğu ve bu uyanışla beraber bu yeteneklerin ortaya çıktığı belirtilmektedir. Yine, epifiz bezini aktif eden insanlar gördükleri rüyaların çok daha canlı olduğunu ayrıca gün içinde transa geçerek farklı alemlere gidebildiklerini belirtmişlerdir.
Epifiz beziyle ilgili ortaya konulan ve dikkat çeken bir diğer önemli teori ise, epifiz bezinin uyanışının, insan hayatı boyunca en üst seviyelere çocukluk dönemlerinde (3-5 yaş arası) ulaşabildiği savıdır. Bu yaşlardaki çocukların yetişkinlerden daha ileri seviyelerde bilinç düzeyine sahip oldukları ve daha sezgisel davrandıkları iddia edilmektedir. 3'ncü gözlerinin açık olması sebebiyle bazı psişik güçlere sahip olduğuna inanılır. Örneğin bu yaşlardaki çocukların sezgilerinin etkisiyle kötü insanları yetişkinlerden daha iyi ayırt ettikleri düşünülmektedir. Yine bu çocukların ebeveynlerinin göremedikleri hayali arkadaşlarıyla konuştuklarına dair birçok psikolojik vaka bulunmaktadır. Ayrıca, televizyonlardaki sihirbazlık programlarında metal cisimlerin güç kullanmadan eğildiğini ve hareket ettirildiğini gören birçok çocuğun evlerinde bunları yapabilmesi bu teoriyi destekler niteliktedir. Hz. İsa'nın havarilerine 'Bir kez daha küçük çocuk olmadıkça, cennetin krallığına yeniden giremezsiniz' sözü çocuklarda yaşanan ruhsal gelişmişlik seviyesinin bir göstergesidir. 7 yaşından itibaren epifiz bezinin bu etkinliğinin düşmeye başladığı ve ergenlikle beraber cinselliğin çocuğun hayatında yer etmesiyle en alt seviyelere indiği varsayılmaktadır. Kundalini uyanışı adı verilen bir yoga biçimi çocuklukta sahip olduğumuz spirutüel gelişmişlik seviyesine tekrar ulaşmamızı amaçlamakta ve dünya üzerinde büyük rağbet görmektedir.
Sonuç olarak, birçok bilim insanı ve araştırmacı epifiz bezinin aktive edilmesi ve doğru kullanılmasıyla insanların bazı üstün özelliklere sahip olacağına ve ruhsal yönden üst seviyelere ulaşabileceğine inanmaktadır. Bu durumu daha da ileri götüren kimi araştırmacılar, epifiz bezinin uyandırılmasıyla insanların kolaylıkla telepati yaparak iletişime geçebileceğini ve zamanda yolculuk yapabileceğini iddia etmektedirler. Yetişkinler olarak hayatın zorluklarıyla yüzleştiğimiz yaşam yolculuğumuzda üstün ruhsal gelişmişlik seviyesine sahip olduğumuz çocukluğumuzla bağ kurabilirsek ve epifiz bezimizi tekrar uyandırabilirsek zorlu hayat mücadelemizi basit bir çocuk oyununa çevirebiliriz. Dünya üzerinde birçok insanın mutsuz olduğu düşünüldüğünde, sınırlarımızı zorlayarak Tanrı'nın bize bahşettiği ancak farkında olmadığımız mucizeleri keşfetmek hayatımızı tamamiyle değiştirecektir. Epifiz bezinin aktive edilmesiyle ilgili yapılması gereken birçok husustan bahsedilse de, hepsinden önemlisi bu süreci başarabileceğine inanmaktan geçer. Ne kadar çok yöntem ve çalışma yapsak da, beynimizdeki blokajları kaldırmadığımız sürece başarısız olmamız kaçınılmazdır.
Son olarak da hastane ortamında DMT yüklemesi yapılan gönüllü bir deneğin yaşadığı tecrübeyi kendi sözlerinden dinleyelim;
“Bedenimi geride bırakarak, dna’larımın içinden geçerek evrene doğru yol aldım. Tam bu anda beyaz ışığı fark ettim ve içine girdim. İçine girer girmez,kendimi bu ışığın bir parçası olarak hissettim o an ne yapıyor olduğum, geçmişim ve gelecek hissim kaybolmuştu. Bu o kadar keyifli ve haz vericiydi ki, hissettiğim şey anlatılamaz, bu ben değildim, ben aslında her şeydim. Işık olmuştum artık, ışığın ta kendisiydim, ne ayrılık, ne gölgeler, ne de farklılık geçmiş, gelecek tüm hislerim yoktu artık. Sadece beyaz ve sarı olan ışığa odaklandım. Daha sonra bu ışıktan aşağı düşüyor olduğumu tüm benliğimle hissettim. lşığın dışına çıktım ve onun güneşten kopan parçalar olduğunu fark ettim. düşerken, bu muhteşem ayrılmayı hissedebiliyordum diğer tarafa geldiğimde, birdenbire evrendeydim, Büyük bir boşluk ve diğer canlılar.. benimle bu varlıklar arasında bulunan pembe ışıklı gökkuşağına dokundum ve hissettim. Siz hiç gökkuşağına dokundunuz mu? onu beyaz ışığa döndürmek istiyordum. ama bu muazzam pembe ışık, aşk enerjisi ve sevginin işareti olarak insanoğlunun sahip olduğu birşeydi ve ben onlara bunu yollamaya çalışıyordum yaşadıklarımı anlatmak için kelimeler yeterli değil.”
5/07/2019
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri size bir şey öğretiyorsa , onu dinleyin.
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
RÜYALARLA YAŞAYAN KABİLE: SENOİLER
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri size bir şey öğretiyorsa , onu dinleyin.
Senoiler, Malezya'nın dağlık bölgelerinde teknolojiden tamamen uzak bir şekilde barış içinde kültürlerini yaşayan bir topluluktur. Balta girmemiş ormanlarda yaşayan bu halkı diğer bütün topluluk ve kabilelerden ayıran özellik ise, rüyaları ve rüyaların yorumlarını yaşamlarının temel felsefesi haline getirmeleridir. Alınacak kısa ve uzun vadeli kararlarda, hatta günlük yaşamlarını etkileyen olay ve durumlarda bile rüyalar başlıca danıştıkları vazgeçilmez bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her evin bir rüya kliniği olduğu Senoiler'de, sabahları toplanan bir ailenin ilk yaptığı faaliyet birbirlerine rüyalarını anlatmalarıdır. Bu rüyaları yorumlayan ailenin gün içinde veya ilerleyen süreçte alacakları her türlü kararlar yaptıkları bu rüya yorumlarına göre şekillenmektedir. Bu yaşam felsefesini araştırmak için bölgeye giden psikolog ve araştırmacıların elde ettiği sonuçlar onları hayrete düşürmüştür. Peki fazlasıyla ilkel görülen bu kabilenin rüya temelli yaşam felsefesi nedir?
Araştırmacıların ilk dikkatlerini çeken husus, Senoilerin çevrelerindeki saldırgan ve vahşi kabilelere rağmen tamamen barış içinde yaşadıkları gerçeğidir. Barış, huzur, kardeşlik ve yardımseverliğin hüküm sürdüğü bu kabilede, ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar yok denecek kadar az seviyededir. Bu yaşam tarzının çevredeki kabilelerce sihirli bir güç olduğunun düşünüldüğü ve bu sebeple çatışmaktan kaçındıkları birçok araştırmacı tarafından belirtilmiştir. Sevgi ve hoşgörünün hakim olduğu Senoilerde, hırsızlık ve adam öldürme gibi artık normalleştirdiğimiz suçlar hiçbir şekilde işlenmemektedir. Belki de, rüyalar yardımıyla oluşturdukları mistik dünyanın etkisiyle ruhlarını kötülüklerden, şiddet ve saldırganlıktan uzak tuttuklarını ve sahip oldukları huzurlu ortamın olumlu rüyalar görmelerine etki ettiğini söyleyebiliriz. Aslında burada bir etki tepki oluştuğundan bahsedilebilir. Huzurlu yaşam biçiminin olumlu rüyalar görülmesine neden olduğunu, olumlu rüyalarında insanlar üzerinde pozitif etkiler bırakarak huzurlu bir ortam oluşmasına zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Araştırmacıların ilk dikkatlerini çeken husus, Senoilerin çevrelerindeki saldırgan ve vahşi kabilelere rağmen tamamen barış içinde yaşadıkları gerçeğidir. Barış, huzur, kardeşlik ve yardımseverliğin hüküm sürdüğü bu kabilede, ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar yok denecek kadar az seviyededir. Bu yaşam tarzının çevredeki kabilelerce sihirli bir güç olduğunun düşünüldüğü ve bu sebeple çatışmaktan kaçındıkları birçok araştırmacı tarafından belirtilmiştir. Sevgi ve hoşgörünün hakim olduğu Senoilerde, hırsızlık ve adam öldürme gibi artık normalleştirdiğimiz suçlar hiçbir şekilde işlenmemektedir. Belki de, rüyalar yardımıyla oluşturdukları mistik dünyanın etkisiyle ruhlarını kötülüklerden, şiddet ve saldırganlıktan uzak tuttuklarını ve sahip oldukları huzurlu ortamın olumlu rüyalar görmelerine etki ettiğini söyleyebiliriz. Aslında burada bir etki tepki oluştuğundan bahsedilebilir. Huzurlu yaşam biçiminin olumlu rüyalar görülmesine neden olduğunu, olumlu rüyalarında insanlar üzerinde pozitif etkiler bırakarak huzurlu bir ortam oluşmasına zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Senoilerin felsefesi, rüyada karşılaşılan varlıklar ve nesnelerle iletişime geçme ve onu kendine rehber edinme üzerine kuruludur. Rüyada karşılaşılan şeyin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan bu karşılaşmada ne yapılacağıdır. Karşılıklı bağ kurulduğu zaman rüyadaki varlığın bu alemde yapılacak yolculukta rehber olması istenir. Araştırmacılar, Senoilerin birçoğunun rüya rehberleri olduğunu belirtiler. Bu kimi zaman bir melek, kimi zaman bir hayvan ya da bitki olabilir. Senoiler bu varlığı kendi çocukları olarak nitelendirmektedir. Kısacası bir çoğumuz rüyamızda figüran rolünü üstlenirken, Senoiler baş rol oyuncusu olmaya çalışırlar. Böylece sahip oldukları rehberlerle dilediklerini özgürce yapabilecekleri rüya alemlerine yelken açarlar. Senoiler sabah uyandıklarında biribirlerine 'İyi uyudun mu?' demek yerine, 'İyi rüyalar gördün mü?' şeklinde sorular sorarlar.
Araştırmacı Patricia Garfield, Senoi kabilesinin yaşam felsefesini ve rüyalara olan ilginç bakış açısını araştırmak için uzun süre bu kabileyle beraber yaşamış bir bilim insanıdır. Garfield'in ilk dikkatini çeken hususlardan birisi, çocukluktan itibaren kabile üyelerinin rüya kontrolü konusunda eğitilmesi olmuştur. Patricia Garfield günümüzde büyük bir merak konusu olan rüya kontrolü (lucid dream) olgusunun bu topluluk tarafından başarıyla uygulandığını belirtmiştir. Araştırmalarını yoğunlaştıran Garfield kabilenin rüyalar konusunda bu kadar ileri olmasını üç prensibe bağlamaktadır. Bunlardan birincisi, tehlikeye karşı koyup ona hakim olma prensibidir. Bu prensipte rüyamızda karşılaştığımız ve bizde korku yaratan şeylerle tekrar yüzleşilmesi ve onların alt edilmesi üzerine kuruludur. Örneğin rüyasında bir aslanın kendine saldırdığını gören ve bunu anlatan çocuğa tekrar aynı rüyaya odaklanması ve aslanı gördüğünde kaçmadan karşı saldırıya geçmesi öğretilir. Böylece rüya vasıtasıyla kişinin korkularıyla yüzleşmesi ve özgüveninin pekiştirilmesi amaçlanır.
Araştırmanın ortaya koyduğu ikinci prensip, rüya görenin korkularını çoşkuya çevirmektir. Rüyada birçok insanda tedirginilik yaratan boşluğa düşme, tehlikeli bir ormanda koşma gibi rüyaların özgürce bir uçuş ve heyecan hissine dönüştürmeye yönelik telkinlerde bulunulmaktadır. Yani rüyada stres yaratan hususların heyecanlı bir serüven olarak görülmesi amaçlanmaktadır. Üçüncü prensip ise, rüya görenin kötü durumları kendi adına avantaja dönüştürmesidir. Rüyanızda bir varlıkla savastığınızda yaralansanız bile, onun gücünü azaltarak karşı tarafa zarar vermiş olursunuz. Senoililerin rüyalara karşı olan bu bakış açısı birçok bilim insanı tarafından modern dünyada insanların korkularıyla başa çıkabilmesinde kullanılır olabileceğini belirtmiştir.
Senoiler'in rüya felselerinden etkilenen bir diğer psikolog olan Eric Greenleaf bu teknikleri kullanmak amacıyla bir rüya laboratuvarı kurmuştur. Özellikle çocuklukta yaşanan travmalara bağlı olarak oluşan korkulara sahip denekler üzerinde çalışmıştır. Bu korkular üzerine odaklanan Eric Greenleaf, öncelikle sembol ve resimlerden yararlanarak deneklerin korkularına ait olay ve imgeleri rüyalarında görmeleri sağlanmıştır. Bu rüyalar öncesi verilen eğitimlerde deneklere rüyalarında sakin kalmaları, korkularıyla yüzleşmeleri ve onlarla savaşmaları telkin edilmiş ve psikolojileri bu yönde motive edilmiştir. Yapılan çalışmanın neticesinde birçok deneğin korkularıyla yüzleşmesi ve onlardan kurtulması sağlanmıştır. Eric Greenleaf, Senoilerin tekniklerinin kullanılarak insanların başarılarının önündeki engellerin rüya vasıtasıyla ortadan kaldırılabileceğini iddia etmiştir.
Sonuç olarak, Senoi Tekniği birçok psikolog tarafından hastalarını iyileştirmede bir tedavi yöntemi olarak kullanılmaya başlanmıştir. Senoilerin yaşam felsefesini öğrenmek için belli bir süre onlarla birlikte yaşayan birçok araştırmacı, onların dünyanın en huzurlu ve sağlam ruh sağlığına sahip halkı olduğunu belirtmişlerdir. Günümüz modern dünyasında fazlasıyla ilkel görülen Senoiler, diğer taraftan rüyalar ve ruhun manevi gelişimi açısından uygar medeniyetlerin çok ötesinde bir topluluktur. Modernitenin en büyük hastalıklarından olan ben merkezcilik, açgözlülük ve şiddet gibi kurtulmamızın çok zor olduğu hastalıklardan uzak, kurmuş oldukları ütopik dünyada fazlasıyla mutlu olarak yaşayan bu kadim topluluk, insan ruhunun derinliklerinin keşfedildiğinde hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağının en büyük kanıtıdır.
5/06/2019
Rüyalar, günlük hayatımızın önemli bir parçası olduğu halde, hakkında çok az şey bildiğimiz vazgeçilmez bir olgudur. Sağlıklı her b...
GELECEKTEN HABER VEREN RÜYALAR
Rüyalar, günlük hayatımızın önemli bir parçası olduğu halde, hakkında çok az şey bildiğimiz vazgeçilmez bir olgudur. Sağlıklı her bireyin gördüğü rüyalar, bir insan uykusunun dörtte birlik kısmını (aktif uyku, ram safhası) oluşturmaktadır. Yani insanların büyük bir kısmı, her gün düzenli olarak rüya görmektedir. Birçok araştırmacı, gün içinde bilinçli ya da bilinçsiz olarak kaydettiğimiz bütün verilerden (renkler, nesneler, kişiler vb.) gereksiz olanlarının rüya vasıtasıyla temizlendiğini ve zihnin tazelendiğini savunurlar. Rüyalar konusunda en çok tartışma yaratan husus ise, insanlara vermek istedikleri mesajlardır. Rüyalar insanlara gelecekleri konusunda uyarılar ve mesajlar verebilir mi? Yoksa odaklandığımız olayların bilinçaltımızda yarattığı yansımalar mıdır? Bilinçaltımızın yansımaları ise, neden hiç tanımadığımız mekan ve kişileri rüyalarımızda görebiliyoruz? Çoğunlukla büyük kısmını unuttuğumuz rüyaların tamamını hatırlayacak yöntemler geliştirebilirsek bu geleceğimize yön verebilirler mi?
İnsanların gördüğü rüyaların birçoğu günlük hayatına ait yaşanmışlıklarla ilgilidir. Çocuk sahibi olmak isteyen bir kadının rüyasında bebek görmesi ya da cinayet işleyen bir adamın kurbanını görmesi sürekli zihinleri bu konularla meşgul etmesinden kaynaklanmaktadır. Bunun üzerine çalışma yapan bazı bilim adamları uyumadan önce derin bir şekilde bir konuya odaklandığımızda çok yüksek olasılıkla rüyamızda o konuya ait durumlar, imge ve semboller görebileceğimizi savunurlar. Gün içerisinde yaptığımız hatalar ve pişmanlıklar, rüyalarda karşımıza çıkmaktadır. Buna rüyaların dengeleyici özelliği denmektedir. Bazen rüyalar yaptığımız hataları farketmemizi ve kendimizle yüzleşmemizi sağlar.
Bir çok insan sabah kalktığında ilk iş olarak, gördüğü rüyaların anlamlarını öğrenmek için internetten ya da kitaplardan rüya tabirlerine bakar. Rüyalarımıza bilinçaltımızda sakladığımız verilerin bir yansıması olarak değerlendirdiğimizde, rüya tabirleri çoğu zaman insanları yanlış yönlendirebilir. Çünkü kırmızı bir araba gördüğümüzde kırmızı rengin anlamı kişiden kişiye değişebilir. Birinin en sevdiği renk kırmızı iken, diğerinin en nefret ettiği renk olabilir. Rüyaları anlamlandırma çabaları insanlık tarihi kadar eskidir. Tarihte birçok hükümdarın, kral ve padişahın vazgeçilmez yardımcılarından biri her zaman danıştıkları rüya tabircileri yada kahinler olmuştur. Kutsal metinlerde Firavun'un rüyasını doğru bir şekilde yorumlayan Hz.Yusuf'un Mısır Emirliğine yükseldiğinden bahsetmektedir. Birçok hükümdar, bilim adamı ve sanatçı gördükleri rüyalardan ilham almış ve ona göre karar vermişlerdir. Bu açıdan rüyalar hayatımızı şekillendiren önemli bir olgudur.
Ancak rüyalara sadece bilinçaltımızın bir yansıması ve geçmişe ait yaşanmışlıkların bir sonucu olarak görmek çok dar kapsamlı bir bakış açısıdır. Bazen öyle rüyalar görürüz ki; kişiler ve mekanlar hayatımızın hiçbir aşamasında karşılaşmadığımız senaryolardan oluşmaktadır. Geçmişten günümüze birçok insan, geleceğe dair rüyalar gördüğünden ve bunların gerçekleştiğinden bahsederler. Nadiren görülen bu rüyalara genel olarak haberci rüyalar denmektedir. Bazı rüyalar birkaç gün sonrasına ait bilgiler verirken, bazıları uzun süre sonrası hakkında bilgi vermektedir. Tarih boyunca birçok insan geleceğe ait rüyalar gördüğünü iddia etmektedir. Ancak, rüyaların gelecekten haber verdiğini bilimsel olarak ilk ortaya koymaya çalışan kişi, tarihte ilk askeri uçağın planını çizen İngiliz uçak mühendisi olan John W. Dunne'dir. Kendisi özellikle gördüğü rüyaların etkisiyle insanların geleceği görebilme yeteneği üzerinde çalışmalar yapmıştır.
Dunne'nin gördüğü bir rüya bu konu üzerinde çalışmalar yapmasına neden olmuştur. Rüyasında Dunne, kendisini bir dağın yamacında görmüştür. Gördüğü dağda oluşan çatlaklarda duman ve ateş çıkmaktaydı. Kendisini etrafa bağırıp insanları uyarır şekilde gören Dunne, rüyanın ilerleyen aşamasında bir adada 4000 yerliyi tahliye etmeye çalıştığını ve Fransızlar'dan gemi göndermeleri konusunda yardım istediğini hatta onlarla tartıştığını görür. Dunne bu rüyayı gördüğünde Afrika'da görevde bulunuyordu. Sabah uyandığında o dönemin en meşhur gazetesi olan Daily Telgraph'ı eline aldığında büyük bir şok yaşadı. Gazetenin mahşetinde Fransa'nın Martinigue adasında yanardağ patlaması olduğunu ve 40 binden fazla insanın öldüğünü öğrenmişti. Detaylarını okuduğunda olayın olduğu yerin rüyasıyla birebir örtüştüğünü farketti. Dunne'nin ikinci rüyası ise, çok daha ilginçti. Bu rüyasında Dunne, her tarafı yüksek çitlerle çevrili iki tarlanın arasındaki yolda yürüyordu. Aniden tarlanın birindeki atın kişnemeye ve hiddetle tepinmeye başladığını gördü. O an atın yüksek çitlerden geçemeyeceğini düşündü ve yürümeye devam etti. Ancak kısa süre sonra atın bu çitlerden atladığını ve kendisine doğru koştuğunu görünce korkuyla uyandı. Olayın sabahında kardeşiyle balık tutmaya giden Dunne rüyadaki gibi bir yolda ilerlediğini farketti ve tarlanın birinde çılgınca tepinen atı gördü. Herşeyin rüyadaki gibi olmayacağın düşünen Dunni ilerlemeye devam etti. Ancak çok kısa süre sonra at çiti aşıp kendilerine doğru koşmaya başlayınca can havliyle kaçarak kendilerini kurtarmışlardı. Özellikle, ikinci rüyasından sonra Dunni'nin rüyaların gelecekten haber verdiği yönündeki inancı artmıştır.
Bunun kendisine ait özel bir yetenek olduğunu düşünen Dunni yaptığı araştırmalar sonucunda birçok insanın geleceğe ait rüyalar gördüğünü tespit etmiştir. Dunni yaptığı araştırmalarda, bazı fiziksel ve ruhsal şartların kişinin rüyasında geleceği görmesini engellediğini savunmuştur. Gördüğümüz rüyaların %90'ını ilk 10 dakikada unutmamızın, geleceği görmemize engel teşkil ettiğini savunur. Ona göre, rüyalarımızı unutmamanın bir yolunu bulabildiğimiz takdirde, gelecek yönelik birçok mesajlar alabileceğimizi savunmaktadır. Bunun için gece sık sık uyanmaya ve gördüğü rüyaları kaydetmek için yatağının baş ucunda kalem kağıt bulundurmaya dikkat etmiştir. Yine bazı araştırmacılar 'Ben bu anı daha önce yaşamıştım' şeklinde vurguladığımız dejavu olgusuna bu yönden bakarlar. Onlara göre dejavu olarak yaşadığımız şeyler daha önce rüyamızda gördüğümüz ve bilinçaltında saklanan kayıtlardır. Oxford Üniversitesi öğrencileri üzerinde yapılan bir diğer araştırma da ise, gördüğümüz rüyaların büyük bir kısmının geleceğe ait olduğu tespit edlimiştir.
John Dunne gibi rüyalarında geleceğe ait birtakım mesajlar alan birçok ünlü kişi bulunmaktadır. 1940'larda ünlü bir boksör olan Ray Robinson rüyasında bir gün sonra gerçekleşecek şampiyonluk maçını görmüştür. Rüyasında rakibini bir yumruk darbesiyle yere serdiğini ve öldüğünü gören ve bu rüyadan çok etkilenen Robinson maça çıkmak istememiştir. Ancak menajeri ve koçunun devreye girmesi hatta ikna etmek amacıyla bir papazın getirilmesi sonucu maça çıkmayı kabul etmiştir. Ancak rüyasında olduğu gibi rakibinin açığını yakalayarak attığı yumruk rakibinin bir daha kalkamamasına ve bir gün sonra hastanede ölmesine sebep olmuştur. Birinci Dünya savaşında bir onbaşı olan Hitler bir binada uyur vaziyette bulunuyorken rüyasında bulunduğu binaya bir hava saldırısı yapıldığını görmüş ve irkilerek uyanmıştır. Rüyanın etkisiyle Hitler'in binayı terketmesinden kısa bir süre sonra binaya bir hava saldırısı gerçekleşmiş ve içeride bulunan diğer askerler ölmüştür. Hitler'in gördüğü rüya onun hayatını kurtarmıştır. Yine Arşidük Ferdinand ile Abraham Lincon ölümlerinin bir suikast sonucu olacağını önceden rüyalarında görmüşlerdir. Ünlü Roma İmparatoru Sezar'ın eşi Kapulina, Sezar'ın öldürüleceğini rüyasında görmüş ve senatoya gitmemesi için yalvarmıştır. Karısını dinlemeyerek senatoya giden Sezar, birçok bıçak darbesiyle vahşi şekilde katledilmiştir.
Malezya'nın dağlık kesiminde yaşayan barışçı Senoi kabilesinin rüyalara bakış açısı birçok psikolog ve spirutüalist araştırmacıyı bölgeye çekmiştir. Çünkü bu halk günlük yaşamları ile gelecek ile ilgili alacakları kararları rüyalarında gördükleri olay, kişi ve sembollere göre şekillendirmektedir. Bu kabilenin büyükleri çocuklarını çok küçük yaştan itibaren rüya kontrolü (lucid dream) yapabilme konusunda eğitmektedirler. (Rüyalarda korkunç simge ve varlıklarla savaşma). Bir Kaliforniyalı psikolog olan Eric Greenleaf bu kabilenin tekniklerinin kullanıldığı bir rüya labaratovarı kurmuştur. Bu labaratuvarda özellikle insanın korkuları üzerine eğilinmiş ve deneklerin bu yolla korkularından kurtulması ve onlara savaşması amaç edinmiştir. Yapılan çalışmalar sonrası Eric Grenleaf rüyalardan yararlanılarak insanların korku ve endişeleriyle yüzleşmelerinin ve onları alt edebilmenin sağlanabileceğini iddia etmiştir.
Semavi dinlerde haberci rüyalar ayrı bir öneme sahiptir. Freud'un rüyaları; sadece insanın yaşanmışlıklarının, tecrübelerinin ve bilinçaltının bir sonucu olarak görmesi, semavi dinler açısından tüm rüyaları açıklama noktasında yeterli değildir. İslam inancında Allah'ın melekleri vasıtasıyla kalbe yansıyan ve gayba ait anlamlar içeren rüyalara rahmani rüyalar (sadık rüya, salih rüya) denilmektedir. Bu rüyalar insanın bilinçaltının eseri olmayıp, kalp gözüyle görülen rüyalar olarak değerlendirilmektedir. Bu rahmani rüyalar, Levh-i Mahfuzda (olmuş ve olacakların yazdığı kader defteri ) yazılı olan şeylerin kalp aynasına yansıma şeklinde ortaya çıkar. Hristiyanlıkta da haberci rüyalar, Tanrı'dan gelen rüyalar olarak isimlendirilmektedir. Bu rüyalar, kimi zaman gelecekte meydana gelecek kötü olaylar karşısında insanları uyaran ve geleceğe dair bilgiler veren rüyalardır. Yahudilikte de haberci rüyalar, tüm insanlar tarafından görülebilen ve Tanrı ile kul arasındaki irtibatı sağlayan ilahi kaynaklı rüyalar olarak görülmektedir.
Rüya olgusuna bilimsel açıdan yaklaşan bazı bilim adamları farklı teoriler öne sürmüşlerdir. Bu teorilerden en yaygını; uykudayken beynimizin bilinçaltında bulunan milyarlarca veriyi alıp milyarlarca farklı varyasyonla harmanlaması sonucu yaşanabilecek birçok olayın provasının yapılması ve milyarlarca ihtimalden birkaçının gerçekleşmesi durumudur. Yani bir gün sonra ya da daha ileri süreçte karşılaştığımız olaylar bilinçaltının ürettiği bu milyarlarca senaryolardan biri ile örtüşebilir. Sigmund Freud'un öğrencisi olan Carl Gustav Freud gibi rüyaları sadece bilinçaltı yaşanmışlıklara bağlamaz. Ona göre rüyaların kaynağını kollektif şuurun bir eseri olarak görür. Bu kurama göre, rüyalar bireylerin tecrübe ve yaşanmışlıktan oluşmaz. İnsanlık tarihinde yaşanan her olay, kültür, korku, tecrübeler ve ortaya konulan eserler zamanla işlenerek kollektif şuuru oluşturur. İnsanın rüyasında gördüğü tüm şeyler bu kollektif şuurun oluşturduğu olaylardır. Rüyaları, ilahi bir ses ve hiçbir zararı dokunmayan bir rehber olarak görür. Rüyalar, insan iradesi dışında, kendiliğinden ortaya çıkan doğanın birer sesidirler. Yani rüyaların insan iradesi ve bilinci ortadan kalktığı zaman görüldüğünü ifade eder. Carl Gustav, bu düşünceleri sebebiyle bilim dünyası tarafından dışlanmıştır.
Sonuç olarak, hayatımızın yadsınamaz bir gerçeği olan rüyalara sadece bilinçaltımızın bir yansıması olarak bakmak bir çok açıdan yeterli değildir. Çünkü insanlar gördükleri rüyalarda o kadar farklı şeyleri tecrübe etmişlerdir ki, birçoğu için hala mantıklı cevaplar bulunamamaktadır. Bu konuda ortaya atılan birçok husus varsayımlardan öteye gitmemektedir. Çoğunlukla günlük yaşanmışlıklarımızdan ve pişmanlıklarımızdan etkilenen rüyalarımızın yanında, tamamen irade ve tecrübelerimiz dışında gördüğümüz rüyalar birçok açıdan büyük bir gizem olarak bizimle birlikte yaşamaya devam etmektedir. Gördüğümüz rüyaların tamamını hatırlayabilmenin bir yolunu keşfettiğimizde, hayatımızı ne şekilde etkileyeceği hususu büyük bir muammadır. Çünkü rüyalar vasıtasıyla, geleceğimize ait daha fazla mesaj ve ipucuları keşfettiğimizde, bunun hayatımıza yön vermede daha faydalı olup olmayacağını bilemeyiz. Bu birçok insanın hayatını tamamen rüya odaklı şekillendirmesine sebep olabilir. Belki de bu açıdan rüyalarımızın büyük kısmını unutmak bizler açısından çok daha faydalıdır. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişşin, hakkında çok az şey bilebildiğimiz rüyaların ardındaki sır perdesi tüm ihtişamıyla insanlığın en büyük merak uyandıran gizemlerinden biri olmaya devam edecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Deliler diğer ismi ile Azaplar, ürkütücü kıyafetleri, savaş tarzları ve üstlendikleri misyonla Osmanlı Ordusunun en seçkin ve gözü ...
-
Hristiyan temelli olan Mormon Dini, bugün sayıları 15 milyonu bulan taraftarlarıyla hristiyanlığın yeniden yorumlanmış halidir. Semavi...