4/10/2019
Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de, geçmişten gün...
KUDÜS SENDROMU
Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli
bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de,
geçmişten günümüze egemen olmak için dönemin büyük güçlerinin savaştığı ve
halen bölgede çatışmaların devam ettiği tarihi bir şehirdir. Müslümanlar için
Mescid-i Aksa, Yahudiler için Ağlama Duvarı ve Hristiyanlar için İsa
peygamberin çarmağa gerildiği Kutsal Kabir Kilisesi Kudüs'te bulunan başlıca
önemli yapılardır. Hz. Süleyman ve Davut Peygamberin yaşadığı Kudüs,
Perslerden, Makedonlara; Romalılardan Memlüklülere; Osmanlı Devletinden
Filistin ve israil Devletine kadar birçok kez el değiştirmiş, savaş ve
katliamlara tanıklık etmiştir. Dinler tarihinin merkezinde yer alan bu şehir
her sene hac görevinin ifası ve turistlik geziler kapsamında dünyanın birçok
yerinden ziyaretçilerini bölgeye çekmektedir. 2018 yılı itibariyle Kudüs'e
gelen turist sayısı üç milyonu geçmiştir. Kudüs'e gelen ziyaretçilerin büyük
çoğunluğu ise, dindar insanlardan oluşmaktadır.
Kudüs sendromu ise; ülke dışından gelen ziyaretçilerin
şehrin kutsal atmosferine kendilerini kaptırarak, din merkezli ve takıntılı
halüsinasyonlar görmeleri ve psikozlar yaşaması sonucu oluşan mental bir
rahatsızlık durumudur. İlk olarak 1930 yılında ünlü Alman psikiyatrist Heinz
Herman tarafından ortaya konulan bu sendrom, zamanla birçok otorite tarafından
doğrulanmıştır. 2000 yılında ingiliz Psikiyatri Dergisinde yayınlanan makalede;
1980 ile 1993 yılları arasında 1200 kişinin bu sendroma yakalandığı ve
birçoğunun akıl hastanelerine yatırıldığı araştırmasına yer verilmiştir. Yine
yakın zamanda şehri ziyarete eden bir İngiliz turistin kaybolduğu
haberinin öğrenilmesinden sonra, dronlarla yapılan aramada çölün ortasında kum
ve taşlardan yaptığı bir kulübede tek başına bulunması ve gördüğü rüyalara
paralel olarak bunu yaptığını belirtmesi bu sendromun etkilerini açıkca ortaya
koymaktadır. Kudüs şehrini gezerken bir anda bağırarak sizi doğru yola davet
ettiğini ve kendisine vahiy indiğini bildiren insanlarla karşılaşma ihtimaliniz
olabilir. Peki normal ve sağlıklı insanları bile, bu denli etkileyebilen Kudüs
Sendromunun belirtileri nelerdir?
Bu sendromun
etkisindeki bireylerde, ruhsal ve fiziki birçok rahatsızlık baş göstermektedir.
Şehrin mistik yapısından yoğun şekilde etkilenenler; kendilerini dünyayı
kurtaracak dini bir lider olarak görme, mesihlik iddiaları, yarım kalmış dini
misyonu tamalama, kendini Tanrı tarafından seçilmiş üstün insan hatta peygamber
olarak görme, din merkezli takıntılı rüyalar, halüsinasyonlar ve anksiyeti
bozuklukları gibi pek çok psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olmaktadır.
Özellikle kendilerini; kurtarıcı Mesih Hz. İsa olarak gören, Musa
Peygamber gibi denizi ortadan ikiye ayırabileceğini iddia eden ve vaftizci
Yahya olduğunu hissedenler rahatsızlığın en ileri aşamasında olanlara
verilebilecek örneklerdir.
Bunun yanında sendromun etkisine giren bireylerde;
sürekli beyaz giyinme, aşırı temizlik düşkünlüğü, sürekli duş alma, günümüzde
tercih edilen kıyafetleri redderek eski dönemlerde giyilen kıyafetleri tercih
etme, saç sakal uzatma gibi aşırıya kaçan takıntılar ortaya çıkmaktadır. Ayrıca
kendilerini tatmin etmek amacıyla, radikal tarikat ve oluşumlara üye olma, aile
ve sosyal sorumluluklarını bir kenara bırakarak kendilerini herşeyden
soyutlama, görülen diğer belirtilerdir. Sürekli takıntılarla yaşayan ve mutsuz
olan bireylerin zamanla ruh sağlıkları bozulmakta, kendilerine ve çevrelerine
zarar verecek davranış biçimleri sergilemektedirler.
Özellikle refah seviyesi yüksek olarak görülen ve modernizmin kuşattığı şehirlerde yaşayan bir çok insanı içinde bulunduğu hayat koşulları tatmin etmemektedir. Büyük hayal kırıklığı ve zihinsel bunalımlar yaşayan insanlar, kendi iç dünyalarındaki eksiklikleri doldurmak için yeni arayışlara girerler. (Özellikle Avrupa'dan gelip IŞİD'e katılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir) Din merkezli yaklaşımlar ise, bu süreçte en çok tercih edilenler arasındadır. Bu psikoloji ile Kudüs'ü ziyaret eden kişilerin sendromun etkisi altına girmesi çok daha kolay olmaktadır. Dini bir yaşam felsefesini benimseyen bu kişiler, gereken toplumsal dengeyi sağlayamadıkları için zamanla ruh sağlıklarını kaybetmekte ve kişilik kaybı gibi problemlerle yüz yüze gelmektedir. Bu da kişilerin kendini toplumdan soyutlamasına ve bir hayal dünyasında yaşamasına sebep olmaktadır. Kudüs sendromu belki de bunun en çarpıcı örneğidir. Birçok insan için; Sibirya eteklerinde halen yaşatılan Şamanizm inancının etkili olduğu bölgelerin, Budist tapınakların, kendini toplumdan tamamen soyutlamış ilkel kabilelerin yaşadığı dağlık kesimlerin ziyaret edilmesi ve o bölgelerde zaman geçirilmesi içinde oluşan eksikliği ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak için yaptığı arayışların bir dışa vurumudur. Modernizmin insanları yeterince tatmin etmediği günümüzde, Kudüs sendromuna benzer, insanı etkisi altına alacak birçok sendromun ortaya çıkması kaçınılmaz bir gerçekliktir.
Özellikle refah seviyesi yüksek olarak görülen ve modernizmin kuşattığı şehirlerde yaşayan bir çok insanı içinde bulunduğu hayat koşulları tatmin etmemektedir. Büyük hayal kırıklığı ve zihinsel bunalımlar yaşayan insanlar, kendi iç dünyalarındaki eksiklikleri doldurmak için yeni arayışlara girerler. (Özellikle Avrupa'dan gelip IŞİD'e katılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir) Din merkezli yaklaşımlar ise, bu süreçte en çok tercih edilenler arasındadır. Bu psikoloji ile Kudüs'ü ziyaret eden kişilerin sendromun etkisi altına girmesi çok daha kolay olmaktadır. Dini bir yaşam felsefesini benimseyen bu kişiler, gereken toplumsal dengeyi sağlayamadıkları için zamanla ruh sağlıklarını kaybetmekte ve kişilik kaybı gibi problemlerle yüz yüze gelmektedir. Bu da kişilerin kendini toplumdan soyutlamasına ve bir hayal dünyasında yaşamasına sebep olmaktadır. Kudüs sendromu belki de bunun en çarpıcı örneğidir. Birçok insan için; Sibirya eteklerinde halen yaşatılan Şamanizm inancının etkili olduğu bölgelerin, Budist tapınakların, kendini toplumdan tamamen soyutlamış ilkel kabilelerin yaşadığı dağlık kesimlerin ziyaret edilmesi ve o bölgelerde zaman geçirilmesi içinde oluşan eksikliği ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak için yaptığı arayışların bir dışa vurumudur. Modernizmin insanları yeterince tatmin etmediği günümüzde, Kudüs sendromuna benzer, insanı etkisi altına alacak birçok sendromun ortaya çıkması kaçınılmaz bir gerçekliktir.
4/06/2019
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vata...
TARİHİ DEĞİŞTİREN BAŞYAPIT: GÖBEKLİTEPE
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km
kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vatandaş, farkında
olmadan bilinen tarihi değiştirecek ve günümüze kadar inanılan insanın
gelişimini sorgulamamıza neden olacak çok büyük bir keşife neden olmuştur.
İnsanlığı hayrete düşüren ve tüm dünyanın dikkatinin bu bölgeye çekilmesini
sağlayan şey, keşfedilen yapıtın, yapılan karbon testleri sonucunda M.Ö 12000
yıl öncesine kadar dayanması olmuştur. Yani Taş Devrine...Peki elde edilen bu
sonuç neden dünya tarihinin yeniden yazılmasına sebep olacak?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Göbeklitepe'de keşfedilen yapıtların inşası; buzul çağının yeni sona
erdiği, tarımın, tekerleğin ve yazının henüz icat edilmediği, Mısır Piramitleri
ve İngiltere'de bulunan Stonehengen'in inşa edilmesine daha 7000-7500 yıl
olduğu bir zamana denk gelmektedir. Dünya tarihi anlatılırken, insanın
öncelikle avcılıkla hayatını idame ettiğinden bahsedilir. İnsanlığın
gelişiminin en önemli buluşu ise, tarımın keşfedilmesidir. Tarımın
keşfedilmesiyle, insanlar yemek arama ve karın doyurma derdinden kurtulmuş,
kendilerini tamamen kültürel zenginleşmeye ve gelişmeye adamıştır. Bunun doğal
bir sonucu olarak, insanlar bir arada yaşamaya başlamış ve yerleşik hayata
geçmişlerdir. Temel ihtiyaçlarını karşılayan insanlar daha sonra dini
öğretiler geliştirmiş ve tapınaklar inşa etmeye başlamıştır. Oluşturulan bu
küçük yerleşimler; şehirleri, şehirler ise uygarlıkların oluşmasına imkan
sağlamıştır. Yani teoride sıralama ;
Tarımın Keşfi-Yerleşik Hayata Geçilmesi-Dini Öğretiler
Geliştirilmesi-Tapınakların İnşa Edilmesi-Şehirlerin Kurulması-Uygalıkların
Oluşması şeklinde olmuştur.
Ancak Türkiye'nin Göbeklitepe bölgesindeki taş sütunlar ve
üzerindeki kabartmalar kültürel gelişim tarihinde yeni bir sayfa açılmasına
sebep olmuştur. Çünkü bu yapıtların tarihi tarımın icat edilmesinden bile
önceye yani taş devrine dayanmaktadır. Taş devri denilince avcılıkla hayatını
idame ettiren ve sadece taştan yaptıkları aletleri kullanan ilk insanlar akla
gelir. Ancak, Göbeklitepe'deki yapıtların inşa edilmesi o dönemin şartlarıyla
imkansız görülmektedir. Çünkü böyle bir yapının inşası için büyük bir
örgütlenme (duvar ustaları, kazıcılar, taş ocağı işçileri vb.) gerektiği aşikardır.
Devasa büyüklükteki bu taş sütunların nasıl ve ne ile bulundukları yere
taşındıkları hususu büyük bir muamma olarak görülmüştür. Yani insanlar,
birarada bile yaşamaya başlamamışken, bu mükemmel işçilik ve sanat gerektiren
yapıları nasıl inşa ettiler? İnsanlar henüz kilden çömlek yapmaya bile
başlamamışken bu kusursuz yapıları kim neden ve ne maksatla inşa etmiştir? Bu
durum yukarıda bahsettiğimiz sıralamanın doğruluğunun sorgulanmasına neden
olmuştur.
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
4/02/2019
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
KAFİRİSTAN HALKI: KALAŞLAR
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği
Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki
Kalaş vadisinde yaşayan kadim bir topluluktur. Dini inançları sebebiyle
şeriatla yönetilen bu ülkelerce yaşadıkları bölge, Kafiristan olarak
isimlendirilmiştir. Kalaşlar; dini inanışları, fiziki görünüşleri, toplumsal
yapıları ve tarihsel geçmişleriyle birçok antropologun ve tarihçinin dikkatini
çekmiştir. Peki, yaklaşık 4000-5000 nüfusa sahip Kalaşları yaşadıkları
ülkelerin insanından ayıran özellikleri neler?
Kalaşların ortaya çıkışı ile ilgili ortaya atılan iddia çok dikkat
çekicidir. Birçok araştırmacıya göre; Kalaşların kökeni tarihte en geniş
topraklara ulaşan İskenderiye Devletine dayanmaktadır. Büyük İskender, milattan
önce 200 yılında öncelikle Afganistan'ı işgal etmiş burada 2 yıl kaldıktan
sonra Büyük Çin'in fethi için yola çıkmıştır. Özellikle Hindikuş
Dağlarının mevcut arazi şartlarının zorluğu İskender'in sonu olmuştur.
İskenderin ölümü üzerine askerler geri dönmeye karar vermiştir. Ancak,
İskender'in ünlü bir komutanı olan Şalakşah ordunun bir kısmı ile dönmekten
vazgeçerek sarp vadilerin bulunduğu bu bölgede kendilerine yeni bir hayat
kurmuşlardır. Çoğunlukla Kalaşlar'ın kökeni Büyük İskender'in bu ordusuna
dayandırılmaktadır.
Tamamen kapalı ve izole bir hayat süren Kalaşlar, asimile olmadan örf ve
inançlarını günümüze kadar yaşatmışlardır. Sadece fiziksel özellikleri değil,
ayrıca yıllarca korudukları dilleri onları bulundukları bölgede benzersiz
yapmıştır. Konuştukları Burrureşki Dili özellikleri sebebiyle, Hint Avrupa dil
ailesine mensuptur ve günümüzde sadece 5000 kişi tarafından konuşulduğu için,
UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. İnançları sebebiyle kara kafir
olarak bilinen Kalaşların yaşadığı bölge, 1895 yılında Afganistan emiri
Abdurrahman Han tarafından fethedilmiş ve bölgeye Nuristan (Işık Ülkesi) ismi
verilmiştir ancak bu isimden çok Kafiristan ismi benimsenmiştir.
Kalaşlar, Şamanizmin ve Paganizmin izlerini taşıyan tek tanrılı bir
inanç sistemine sahiptir. Onlara göre Tanrı Dizova evrenin ve nimetlerin
yaratıcısıdır. Bazı kaynaklarda ise, çok tanrılı bir inanç sistemine sahip
oldukları, Di Zaus (Doğa) ve Zau (Güneş) şeklinde isimlendirdikleri iki büyük
tanrılarının bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kalaşlarda 12 peygamberin
varlığı kabul edilmektedir. Bu peygamberlerden 4'ü mevsimleri, diğerleri ise
sağlık, mutluluk ve bereketi simgelemektedir. Sadece önemli günlerde ziyaret
ettikleri Çeştakhan isimli tapınakları bulunmaktadır. Tapınaklarının
girişlerinde koç figürleri bulunur ve inanışlarına göre; gücü, sağlığı ve
barışı simgelemektedir.
Yaz, kış ve baharda olmak üzere üç büyük bayramları vardır ve bu
günlerde kurban keserek Tanrılarına adarlar. Baharın gelişini kutladıkları
'Çilam Çoşhi Bayramı' en coşkuyla kutladıkları bayramdır. Doğaya saygıya esas
alan Kalaşlar, aministik düşüncenin bir özelliği olarak, nesnelerin ruhu
olduğuna inanmaktadır. Kalaşlarda görülen en ilginç geleneklerden biri,
cenazelerini açık tabutlarda bırakmalarıdır. Kalaşlarda, toprak altında kalan
ruhların cennete gidemeyeceğine inanırlar. Ancak, cesetlerin çalınmasından ve
zarar verilmesinden sonra bu adetten vazgeçilmiştir. Günümüzde yaşayan
Kalaşlar'ın bir kısmı İslamiyete geçmiştir. Kalaşlar ile müslümanlığı
tercih edenler farklı köylerde yaşamalarına rağmen bayram ve festivalleri
beraber kutlamaktadırlar.
Bulundukların bölgenin coğrafi koşulları sebebiyle tamamen ilkel bir
hayat süren Kalaşlar teknolojiden uzak bir şekilde, tarım ve hayvancılıkla
geçinmektedir. Ekmeklerini değirmenlerde un öğüterek yapan ve bulaşıklarını
nehirlerde yıkayan kadınların renkli kıyafetleri ve örgülü saçları bu
toplululuğun dikkat çeken özelliklerinden birisidir. Kadınlar bu rengarenk
kıyafetleri çoğunlukla kendileri örerler. Kıyafetlerini deniz kabuğu ve
boncuklarla donatırlar. Saçlarını kutsal olarak gördükleri ırmaklarda yıkar ve
bunun kötülüklerden uzak tuttuğuna inanırlar. Kadınlar örgülü saçları,
rengarenk kıyafetleri ve doğal yollardan yaptıkları makyajlarla güzelliklerine
çok önem verdiklerini göstermektedirler. Erkekler ise çoğunlukla, Pakistan'da
giyilen geleneksel şalvarları tercih ederler. Erkekler için bir kıyafet
zorunluluğu bulunmazken, teamüller gereği kadınların geleneksel kıyafetler
dışında bir giysi giymezler. Kalaşlarda selamlaşma adeti de diğer toplumlardan
çok farklıdır. İki kişi selamlaşırken birbirlerinin ellerini öperler. Bu açıdan
bakıldığında Şamanizmden etkilendikleri düşünülmektedir.
Kalaşlar'ın bulundukları bölgede en çok eleştirilmesine ve kafir olarak
nitelendirilmesine sebep olan husus ise, kadın ve erkek ilişkileridir.
Geleneklere göre ergenliğe ulaşmış erkekler bu durumu kutlamak için, uzakta
bulunan yaylalara gitmektedir. Bu yaylalarda belli bir süre kalan erkekler,
döndüklerinde ergenliğe ulaşmış bir kızla cinsel ilişki yaşamaktadır. Genel
toplum yapısı incelendiğinde, kadının erkil olduğu bir toplum yapısı görülmektedir.
Erkeklerin kadınlarını boşaması yasak iken, kadınlar istedikleri takdirde eş
değiştirebilmektedir. Beğendikleri erkeğe mektup yazan kadınlar, kabul edilmesi
durumunda, başlık parası ödemek şartıyla yeniden evlenebilmektedir.
Kalaşlarda, evlilik öncesi cinsel münasebet konusunda bir toplumsal baskı
bulunmmaktadır. Kişi istediği kişiyle beraberlik yaşayabilmektedir.Kadınlar
evlenecekleri kişiyi kendi hür iradesiyle seçebilmektedir. Bir diğer gelenekte;
adet gören kadınlar bu durum sona erene kadar başaleni denen köy içindeki
binalarda kalmakta ve daha sonra tekrar kocalarının yanına
dönmektedirler. Kalaşlar ile ilgili bir diğer eleştirisi konusu, içkiyi ve
uyuşturucuyu serbest bırakmalarıdır. Üzümden yaptıkları şaraplar ve kenevirden
elde ettikleri esrar hayatlarında önemli bir yere sahiptir. Alkol ve uyuşturucu
özellikle özel günlerin vazgeçilmez öğeleridir. Bu festivallerde ellerinde
tuttukları meşalelerle kız erkek karışık olarak dans ederler.
Yaklaşık 2300 yıllık bir tarihe sahip Kalaşlar, yaşadıkları coğrafi
şartların bir sonucu olarak, bugün yok olmaya yüz tutmuş kadim bir topluluktur.
Bölgedeki Taliban tehlikesine rağmen, müslüman Kalaşlarla huzur içinde yaşayan
bu topluluk; farklı adet ve gelenekleriyle, kadına ve doğaya verdiği değerle
içinde bulundukları coğrafyanın en renkli kültürlerinden birisidir.
Teknolojinin ve imkanların bu kadar geliştiği ancak buna rağmen insanların
sürekli şikayet ettiği ve mutsuz olduğu günümüz dünyasında, çevrelerindeki
tehlikeler ve zorlu arazi şartlarına rağmen mutlu bir dünya kuran
Kalaşlar, bu açıdan tüm insanlığa iyi bir örnek teşkil etmektedir.
3/28/2019
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayı...
SOSYAL KANSER: KALİFORNİYA SENDROMU
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz
kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayışı üzerine kurulmuş,
toplumsal sorunların umursanmadığı, kendi mutluluğu dışında hiçbir şeyin
düşünülmediği ve doyumsuzluk, bencillik gibi belirtilerin baş gösterdiği bir
modern çağ hastalığıdır. Teknolojinin ve tüketim çılgınlığının zirve yaptığı
günümüzde, insanların kendilerini mutlu edecek birçok şeye (partiler, seks,
uyuşturucu, seyahat vb.) bu kadar kolay ulaşmasının bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Tamamen kişisel tatminler üzerine kurulu bu hayat tarzında, kişi
kendini herşeyin merkezine koymakta, kendinden başka kimseyi düşünmemektedir.
Peki bu yaşam tarzı kişileri mutlu eder mi?
Öncelikle bu sendroma neden Kaliforniya sendromu denildiğinden
bahsedelim. Kaliforniya Eyaleti, Amerikan ekonomisini ayakta tutan en büyük
değerlerden biridir. Sinema sektörünün merkezi olan Hollywood ile yine
teknolojik gelişmelerin merkezinde bulunan Silikon Vadisi, yerli ve yabancı
turistlerin uğrak yeri olan Long Beach ve dünya sosyetesinin merkezi olan
Beverly Hills Kaliforniya'da bulunmaktadır. Bunların dışında Google, Facebook,
Twitter, Yahoo, Oracle, Cisco, Intel ve HP gibi dev şirketlere ev sahipliği
yapmaktadır. Yaklaşık 36 milyon insanın yaşadığı bu eyalet, 2017 yılında 2.7
trilyon dolar Gayri Safi Milli Hasılata (Türkiye'nin GSMH'in 3 katından fazla)
ulaşıp, İngiltere'yi bile geride bırakarak dünyanın en büyük 5'nci ekonomisi
haline gelmiştir. Bu sebeple, Kaliforniya'da yaşayan insanların birçoğu
eğlenceyi, bedensel hazları ve para harcamayı bir yaşam felsefesi olarak
benimsemiş durumdadır. Dünya gündeminden uzak, tamamen ütopik hayat yaşayan
birçok Kaliforniyalının hayata bakışı eğlence ve kişisel hazlar üzerine
kuruludur.
Bu sendromun etkisi altındaki bireylerin üç temel ortak noktası
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zevke düşkünlüktür. Bireyler,
'Sieze the Day' yani anı yaşa felsefesiyle toplumsal değerleri hiçe sayarak
tamamen hazcılık odaklı yaşamaktadır. Ancak insanın doğası gereği sahip olduğu
doyumsuzluk duygusu bu noktada bireyleri her zaman daha fazlasını istemeye
yönlendirmektedir. Eğlence hayatı, tüketim çılgınlığı, sekse düşkünlük ve
uyuşturucu madde kullanımı kişileri esareti altına alan başlıca geçiçi
zevklerdir. Bireylerin tek amacı, her zaman daha fazlasını istediği bu zevklere
ulaşmaktır. Belli bir süre sonra bu zevkler, ulaşılması gereken bir amaçtan çok
yaşam tarzı haline gelmektedir.
Sendromun görülen ikinci belirgin özelliği ise, ben
merkezciliktir. Bireyler toplumsal sorunlardan ve yaşanılan sıkıntılardan
tamamen uzak, sadece kendi mutluluğunu düşünen kişilere dönüşmekte, 'Başkası
açlıktan ölse banane ben kendi mutluluğuma bakarım' felsefesini
benimsemektedir. Kendisini herşeyin merkezi gören ve büyük bir hayranlık
besleyen bireyler, narsist davranış biçimleri göstermeye başlarlar. Bu
sendromun etkisindeki insanlar, özellikle iş hayatında sorumlu olduğu ast
konumundaki kişilerin yaşadıkları sıkıntıları önemsememekte ve kendilerine
karşı yapılan eleştirilere karşı saldırgan tavırlar göstermektedirler. Empati
duygusundan tamamen yoksun ve kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünmeyen bu
bireyler, yaşadıkları yakın çevrelelerinde zaman zaman büyük tahribatlara sebep
olurlar.
Sendromun etkisindeki insanlarda görülen üçüncü ortak nokta ise, yalnızlıktır. Kişiler
zevklere odaklı, egoist yaşam tarzını benimsedikleri için, toplumdan
kendilerini soyutlamakta ve bunun doğal bir sonucu olarak yalnızlaşmaktadırlar.
Toplumsal değerleri hiçe sayan bir yaşam tarzını benimsemeleri sebebiyle, başta
aile hayatı olmak üzere herşeyi küçümserler. Evli olmaları durumunda eşleri ve
çocukları ikinci plandadır ve çoğu zaman aile hayatının getirdiği
sorumlulukları önemsemezler. Bu tip bireyler genellikle çok küçük sorunları
bahane edip evliliklerini ve aile hayatlarını bitirme eğilimidedirler. Çünkü
aile onların kişisel hazları önünde bir engel niteliğindedir. Zaten sendroma da
adını veren Kaliforniya Eyaletinde kişilier internet üzerinden boşanma davası
açabilmektedir
Sendromun ortaya koyduğu en büyük sonuç ise; geçici hazların aksine, kalıcı
olarak ortaya çıkan mutsuzluktur. Bireyler başlangıçta bu
ışıltılı gibi görünen hayatın cazibesine kapılmakta, ancak zamanla bu hayat
için vazgeçtiği değerlerin önemini anlamaya başlamaktadır. Ancak çoğu zaman
bunun geç olduğu gerçeğiyle yüzleşmektedir. Bu süreç kişiyi hem maddi hem de
manevi açıdan tüketmektedir. Başarısız olmaya ve maddi yönden kayıplar yaşamaya
başladığında, çevresindeki sahte dostların uzaklaştıklarına şahit olurlar.
Zamanın geçtiğininin ve hiçbir idealini gerçekleştiremediğinin farkına
varan bireyler, tamamen tükenmişlik sendromuna girip, hiçbir şeyden zevk
almamaya ve hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlarlar. Malesef
bazıları bu sürecin yarattığı etkiyle, intiharı bir çözüm olarak
görebilmektedir. Ünlü araba markası Ford'un sahibi olan Henry Ford'un oğlu olan
Edsel Ford'un bıraktığı intihar notu bu durumu çok net özetlemektedir:
''Baba, hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey
olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok.
Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum...''
Günümüzde teknoloji ve tüketim çılgınlığının yükselmesine paralel olarak bu
sendromun etkileri birçok toplumda görülmeye başlamıştır. Özellikle genç nesil,
gerek izlediği tv programlarının, gerek sosyal medya platformlarının etkisiyle
bu tip bir yaşam tarzına özendirilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren; toplumsal
değerlerden uzak, idealleri olmayan ve tamamen kişisel hazlara yönelen
bireylerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İletişim becerileri gelişmeyen,
toplumsal farkındalığı olmayan kendine sosyal medya platformlarında sanal bir
dünya kurmuş bir nesil yetişmektedir. Benim çektiğim sıkıntıları yaşamasın
mantığıyla yetiştirilen ve her imkan önüne sunulan çocuklar, ilerleyen süreçte
bu sendromdan en çok etkilenecek grubu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında,
belli hedeflere sahip, toplumsal değerlerin farkında, günümüz dünyasının
getirdiği kolaylıkların olumlu taraflarını kullanabilen, ölçülü bireyler
yetiştirme noktasında aile ve öğretmenlere çok büyük görevler düşmektedir. Bu
görevlerin en önemlisi ise örnek olmaktır.
“Tanrım, bir gün insanların hepsine sahip olmak istedikleri kadar para ver
ki; asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler.” Jim Carrey
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...