Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de, geçmişten gün...

kudüsün tarihi  
  Kudüs, semavi dinlerin hepsinde önemli bir kutsallık atfedilen, kelime kökeni olarak barışın şehri olarak bilinse de, geçmişten günümüze egemen olmak için dönemin büyük güçlerinin savaştığı ve halen bölgede çatışmaların devam ettiği tarihi bir şehirdir. Müslümanlar için Mescid-i Aksa, Yahudiler için Ağlama Duvarı ve Hristiyanlar için İsa peygamberin çarmağa gerildiği Kutsal Kabir Kilisesi Kudüs'te bulunan başlıca önemli yapılardır. Hz. Süleyman ve Davut Peygamberin yaşadığı Kudüs, Perslerden, Makedonlara; Romalılardan Memlüklülere; Osmanlı Devletinden Filistin ve israil Devletine kadar birçok kez el değiştirmiş, savaş ve katliamlara tanıklık etmiştir. Dinler tarihinin merkezinde yer alan bu şehir her sene hac görevinin ifası ve turistlik geziler kapsamında dünyanın birçok yerinden ziyaretçilerini bölgeye çekmektedir. 2018 yılı itibariyle Kudüs'e gelen turist sayısı üç milyonu geçmiştir. Kudüs'e gelen ziyaretçilerin büyük çoğunluğu ise, dindar insanlardan oluşmaktadır.

din merkezli halüsülasyonlar

 Kudüs sendromu ise; ülke dışından gelen ziyaretçilerin şehrin kutsal atmosferine kendilerini kaptırarak, din merkezli ve takıntılı halüsinasyonlar görmeleri ve psikozlar yaşaması sonucu oluşan mental bir rahatsızlık durumudur. İlk olarak 1930 yılında ünlü Alman psikiyatrist Heinz Herman tarafından ortaya konulan bu sendrom, zamanla birçok otorite tarafından doğrulanmıştır. 2000 yılında ingiliz Psikiyatri Dergisinde yayınlanan makalede; 1980 ile 1993 yılları arasında 1200 kişinin bu sendroma yakalandığı ve birçoğunun akıl hastanelerine yatırıldığı araştırmasına yer verilmiştir. Yine yakın zamanda şehri ziyarete eden bir İngiliz turistin  kaybolduğu haberinin öğrenilmesinden sonra, dronlarla yapılan aramada çölün ortasında kum ve taşlardan yaptığı bir kulübede tek başına bulunması ve gördüğü rüyalara paralel olarak bunu yaptığını belirtmesi bu sendromun etkilerini açıkca ortaya koymaktadır. Kudüs şehrini gezerken bir anda bağırarak sizi doğru yola davet ettiğini ve kendisine vahiy indiğini bildiren insanlarla karşılaşma ihtimaliniz olabilir. Peki normal ve sağlıklı insanları bile, bu denli etkileyebilen Kudüs Sendromunun belirtileri nelerdir?


Hz İsa'nın çarmağa gerilişi

   Bu sendromun etkisindeki bireylerde, ruhsal ve fiziki birçok rahatsızlık baş göstermektedir. Şehrin mistik yapısından yoğun şekilde etkilenenler; kendilerini dünyayı kurtaracak dini bir lider olarak görme, mesihlik iddiaları, yarım kalmış dini misyonu tamalama, kendini Tanrı tarafından seçilmiş üstün insan hatta peygamber olarak görme, din merkezli takıntılı rüyalar, halüsinasyonlar ve anksiyeti bozuklukları gibi pek çok psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olmaktadır. Özellikle kendilerini; kurtarıcı Mesih  Hz. İsa olarak gören, Musa Peygamber gibi denizi ortadan ikiye ayırabileceğini iddia eden ve vaftizci Yahya olduğunu hissedenler rahatsızlığın en ileri aşamasında olanlara verilebilecek örneklerdir.

ruhsal problemler

  Bunun yanında sendromun etkisine giren bireylerde; sürekli beyaz giyinme, aşırı temizlik düşkünlüğü, sürekli duş alma, günümüzde tercih edilen kıyafetleri redderek eski dönemlerde giyilen kıyafetleri tercih etme, saç sakal uzatma gibi aşırıya kaçan takıntılar ortaya çıkmaktadır. Ayrıca kendilerini tatmin etmek amacıyla, radikal tarikat ve oluşumlara üye olma, aile ve sosyal sorumluluklarını bir kenara bırakarak kendilerini herşeyden soyutlama, görülen diğer belirtilerdir. Sürekli takıntılarla yaşayan ve mutsuz olan bireylerin zamanla ruh sağlıkları bozulmakta, kendilerine ve çevrelerine zarar verecek davranış biçimleri sergilemektedirler.


modernizmin iflası

  Özellikle refah seviyesi yüksek olarak görülen ve modernizmin kuşattığı şehirlerde yaşayan bir çok insanı içinde bulunduğu hayat koşulları tatmin etmemektedir. Büyük hayal kırıklığı ve zihinsel bunalımlar yaşayan insanlar, kendi iç dünyalarındaki eksiklikleri doldurmak için yeni arayışlara girerler. (Özellikle Avrupa'dan gelip IŞİD'e katılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir) Din merkezli yaklaşımlar ise, bu süreçte en çok tercih edilenler arasındadır. Bu psikoloji ile Kudüs'ü ziyaret eden kişilerin  sendromun etkisi altına girmesi çok daha kolay olmaktadır. Dini bir yaşam felsefesini benimseyen bu kişiler, gereken toplumsal dengeyi sağlayamadıkları için zamanla ruh sağlıklarını kaybetmekte ve kişilik kaybı gibi problemlerle yüz yüze gelmektedir. Bu da kişilerin kendini toplumdan soyutlamasına ve bir hayal dünyasında yaşamasına sebep olmaktadır. Kudüs sendromu belki de bunun en çarpıcı örneğidir. Birçok insan için; Sibirya eteklerinde halen yaşatılan Şamanizm inancının etkili olduğu bölgelerin, Budist tapınakların, kendini toplumdan tamamen soyutlamış ilkel kabilelerin yaşadığı dağlık kesimlerin ziyaret edilmesi ve o bölgelerde zaman geçirilmesi içinde oluşan eksikliği ve mutsuzluğu ortadan kaldırmak için yaptığı arayışların bir dışa vurumudur. Modernizmin insanları yeterince tatmin etmediği günümüzde, Kudüs sendromuna benzer, insanı etkisi altına alacak birçok sendromun ortaya çıkması kaçınılmaz bir gerçekliktir. 


  Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vata...


tarihteki önemi

 Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vatandaş, farkında olmadan bilinen tarihi değiştirecek ve günümüze kadar inanılan insanın gelişimini sorgulamamıza neden olacak çok büyük bir keşife neden olmuştur. İnsanlığı hayrete düşüren ve tüm dünyanın dikkatinin bu bölgeye çekilmesini sağlayan şey, keşfedilen yapıtın, yapılan karbon testleri sonucunda M.Ö 12000 yıl öncesine kadar dayanması olmuştur. Yani Taş Devrine...Peki elde edilen bu sonuç neden dünya tarihinin yeniden yazılmasına sebep olacak?

dramatik hikayesi

Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen  bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.  

schmidin azmi

  O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir.  2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli? 


taş devri insanları

 Göbeklitepe'de keşfedilen yapıtların inşası; buzul çağının yeni sona erdiği, tarımın, tekerleğin ve yazının henüz icat edilmediği, Mısır Piramitleri ve İngiltere'de bulunan Stonehengen'in  inşa edilmesine daha 7000-7500 yıl olduğu bir zamana denk gelmektedir. Dünya tarihi anlatılırken, insanın öncelikle avcılıkla hayatını idame ettiğinden bahsedilir. İnsanlığın gelişiminin en önemli buluşu ise, tarımın keşfedilmesidir. Tarımın keşfedilmesiyle, insanlar yemek arama ve karın doyurma derdinden kurtulmuş, kendilerini tamamen kültürel zenginleşmeye ve gelişmeye adamıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak, insanlar bir arada yaşamaya başlamış ve yerleşik hayata geçmişlerdir. Temel ihtiyaçlarını  karşılayan insanlar daha sonra dini öğretiler geliştirmiş ve tapınaklar inşa etmeye başlamıştır. Oluşturulan bu küçük yerleşimler; şehirleri, şehirler ise uygarlıkların oluşmasına imkan sağlamıştır. Yani teoride sıralama ;

Tarımın Keşfi-Yerleşik Hayata Geçilmesi-Dini Öğretiler Geliştirilmesi-Tapınakların İnşa Edilmesi-Şehirlerin Kurulması-Uygalıkların Oluşması şeklinde olmuştur.


göbeklitepenin inşası

  Ancak Türkiye'nin Göbeklitepe bölgesindeki taş sütunlar ve üzerindeki kabartmalar kültürel gelişim tarihinde yeni bir sayfa açılmasına sebep olmuştur. Çünkü bu yapıtların tarihi tarımın icat edilmesinden bile önceye yani taş devrine dayanmaktadır. Taş devri denilince avcılıkla hayatını idame ettiren ve sadece taştan yaptıkları aletleri kullanan ilk insanlar akla gelir. Ancak, Göbeklitepe'deki yapıtların inşa edilmesi o dönemin şartlarıyla imkansız görülmektedir. Çünkü böyle bir yapının inşası için büyük bir örgütlenme (duvar ustaları, kazıcılar, taş ocağı işçileri vb.) gerektiği aşikardır. Devasa büyüklükteki bu taş sütunların nasıl ve ne ile bulundukları yere taşındıkları hususu büyük bir muamma olarak görülmüştür. Yani insanlar, birarada bile yaşamaya başlamamışken, bu mükemmel işçilik ve sanat gerektiren yapıları nasıl inşa ettiler? İnsanlar henüz kilden çömlek yapmaya bile başlamamışken bu kusursuz yapıları kim neden ve ne maksatla inşa etmiştir? Bu durum yukarıda bahsettiğimiz sıralamanın doğruluğunun sorgulanmasına neden olmuştur.

4 tapınak

 Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.

hayvan kemikleri

  Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları)  ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir. 


Göbeklitepe ve Schmid

   Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri  yardımıyla 16 tane  uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür. 


ziyaretçiler

  Sonuç olarak, Göbeklitepe,  birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.

   Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında,  üç bin metre yükseklikteki ...


kalaş kız çocugu

  Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında,  üç bin metre yükseklikteki Kalaş vadisinde yaşayan kadim bir topluluktur. Dini inançları sebebiyle şeriatla yönetilen bu ülkelerce yaşadıkları bölge, Kafiristan olarak isimlendirilmiştir. Kalaşlar; dini inanışları, fiziki görünüşleri, toplumsal yapıları ve tarihsel geçmişleriyle birçok antropologun ve tarihçinin dikkatini çekmiştir. Peki, yaklaşık 4000-5000 nüfusa sahip Kalaşları yaşadıkları ülkelerin insanından ayıran özellikleri neler?

büyük iskender ve kalaşlar

   Kalaşların ortaya çıkışı ile ilgili ortaya atılan iddia çok dikkat çekicidir. Birçok araştırmacıya göre; Kalaşların kökeni tarihte en geniş topraklara ulaşan İskenderiye Devletine dayanmaktadır. Büyük İskender, milattan önce 200 yılında öncelikle Afganistan'ı işgal etmiş burada 2 yıl kaldıktan sonra Büyük Çin'in fethi için yola çıkmıştır. Özellikle  Hindikuş Dağlarının mevcut arazi şartlarının zorluğu İskender'in sonu olmuştur. İskenderin ölümü üzerine askerler geri dönmeye karar vermiştir. Ancak, İskender'in ünlü bir komutanı olan Şalakşah ordunun bir kısmı ile dönmekten vazgeçerek sarp vadilerin bulunduğu bu bölgede kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır. Çoğunlukla Kalaşlar'ın kökeni Büyük İskender'in bu ordusuna dayandırılmaktadır.

kalaşların yaşadığı ortam

  Tamamen kapalı ve izole bir hayat süren Kalaşlar, asimile olmadan örf ve inançlarını günümüze kadar yaşatmışlardır. Sadece fiziksel özellikleri değil, ayrıca yıllarca korudukları dilleri onları bulundukları bölgede benzersiz yapmıştır. Konuştukları Burrureşki Dili özellikleri sebebiyle, Hint Avrupa dil ailesine mensuptur ve günümüzde sadece 5000 kişi tarafından konuşulduğu için, UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. İnançları sebebiyle kara kafir olarak bilinen Kalaşların yaşadığı bölge, 1895 yılında Afganistan emiri Abdurrahman Han tarafından fethedilmiş ve bölgeye Nuristan (Işık Ülkesi) ismi verilmiştir ancak bu isimden çok Kafiristan ismi benimsenmiştir.


müslüman kalaşlar

   Kalaşlar, Şamanizmin ve Paganizmin izlerini taşıyan tek tanrılı bir inanç sistemine sahiptir. Onlara göre Tanrı Dizova evrenin ve nimetlerin yaratıcısıdır. Bazı kaynaklarda ise, çok tanrılı bir inanç sistemine sahip oldukları, Di Zaus (Doğa) ve Zau (Güneş) şeklinde isimlendirdikleri iki büyük tanrılarının bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kalaşlarda 12 peygamberin varlığı kabul edilmektedir. Bu peygamberlerden 4'ü mevsimleri, diğerleri ise sağlık, mutluluk ve bereketi simgelemektedir. Sadece önemli günlerde ziyaret ettikleri Çeştakhan isimli tapınakları bulunmaktadır. Tapınaklarının girişlerinde koç figürleri bulunur ve inanışlarına göre; gücü, sağlığı ve barışı simgelemektedir.

kalaş bayramı

  Yaz, kış ve baharda olmak üzere üç büyük bayramları vardır ve bu günlerde kurban keserek Tanrılarına adarlar. Baharın gelişini kutladıkları 'Çilam Çoşhi Bayramı' en coşkuyla kutladıkları bayramdır. Doğaya saygıya esas alan Kalaşlar, aministik düşüncenin bir özelliği olarak, nesnelerin ruhu olduğuna inanmaktadır. Kalaşlarda görülen en ilginç geleneklerden biri, cenazelerini açık tabutlarda bırakmalarıdır. Kalaşlarda, toprak altında kalan ruhların cennete gidemeyeceğine inanırlar. Ancak, cesetlerin çalınmasından ve zarar verilmesinden sonra bu adetten vazgeçilmiştir. Günümüzde yaşayan Kalaşlar'ın  bir kısmı İslamiyete geçmiştir. Kalaşlar ile müslümanlığı tercih edenler farklı köylerde yaşamalarına rağmen bayram ve festivalleri beraber kutlamaktadırlar.

kalaş kadınının zerafeti

   Bulundukların bölgenin coğrafi koşulları sebebiyle tamamen ilkel bir hayat süren Kalaşlar teknolojiden uzak bir şekilde, tarım ve hayvancılıkla geçinmektedir. Ekmeklerini değirmenlerde un öğüterek yapan ve bulaşıklarını nehirlerde yıkayan kadınların renkli kıyafetleri ve örgülü saçları bu toplululuğun dikkat çeken özelliklerinden birisidir. Kadınlar bu rengarenk kıyafetleri çoğunlukla kendileri örerler. Kıyafetlerini deniz kabuğu ve boncuklarla donatırlar. Saçlarını kutsal olarak gördükleri ırmaklarda yıkar ve bunun kötülüklerden uzak tuttuğuna inanırlar. Kadınlar örgülü saçları, rengarenk kıyafetleri ve doğal yollardan yaptıkları makyajlarla güzelliklerine çok önem verdiklerini göstermektedirler. Erkekler ise çoğunlukla, Pakistan'da giyilen geleneksel şalvarları tercih ederler. Erkekler için bir kıyafet zorunluluğu bulunmazken, teamüller gereği kadınların geleneksel kıyafetler dışında bir giysi giymezler. Kalaşlarda selamlaşma adeti de diğer toplumlardan çok farklıdır. İki kişi selamlaşırken birbirlerinin ellerini öperler. Bu açıdan bakıldığında Şamanizmden etkilendikleri düşünülmektedir.

kalaş kadın erkek eşitliği

  Kalaşlar'ın bulundukları bölgede en çok eleştirilmesine ve kafir olarak nitelendirilmesine sebep olan husus ise, kadın ve erkek ilişkileridir. Geleneklere göre ergenliğe ulaşmış erkekler bu durumu kutlamak için, uzakta bulunan yaylalara gitmektedir. Bu yaylalarda belli bir süre kalan erkekler, döndüklerinde ergenliğe ulaşmış bir kızla cinsel ilişki yaşamaktadır. Genel toplum yapısı incelendiğinde, kadının erkil olduğu bir toplum yapısı görülmektedir. Erkeklerin kadınlarını boşaması yasak iken, kadınlar istedikleri takdirde eş değiştirebilmektedir. Beğendikleri erkeğe mektup yazan kadınlar, kabul edilmesi durumunda,   başlık parası ödemek şartıyla yeniden evlenebilmektedir.

anaerkil toplum

 Kalaşlarda, evlilik öncesi cinsel münasebet konusunda bir toplumsal baskı bulunmmaktadır. Kişi istediği kişiyle beraberlik yaşayabilmektedir.Kadınlar evlenecekleri kişiyi kendi hür iradesiyle seçebilmektedir. Bir diğer gelenekte; adet gören kadınlar bu durum sona erene kadar başaleni denen köy içindeki binalarda kalmakta ve daha sonra tekrar kocalarının yanına dönmektedirler. Kalaşlar ile ilgili bir diğer eleştirisi konusu, içkiyi ve uyuşturucuyu serbest bırakmalarıdır. Üzümden yaptıkları şaraplar ve kenevirden elde ettikleri esrar hayatlarında önemli bir yere sahiptir. Alkol ve uyuşturucu özellikle özel günlerin vazgeçilmez öğeleridir. Bu festivallerde ellerinde tuttukları meşalelerle kız erkek karışık olarak dans ederler.

kalaşların nesli

   Yaklaşık 2300 yıllık bir tarihe sahip Kalaşlar, yaşadıkları coğrafi şartların bir sonucu olarak, bugün yok olmaya yüz tutmuş kadim bir topluluktur. Bölgedeki Taliban tehlikesine rağmen, müslüman Kalaşlarla huzur içinde yaşayan bu topluluk; farklı adet ve gelenekleriyle, kadına ve doğaya verdiği değerle içinde bulundukları coğrafyanın en renkli kültürlerinden birisidir. Teknolojinin ve imkanların bu kadar geliştiği ancak buna rağmen insanların sürekli şikayet ettiği ve mutsuz olduğu günümüz dünyasında, çevrelerindeki tehlikeler ve zorlu arazi şartlarına rağmen  mutlu bir dünya kuran Kalaşlar, bu açıdan tüm insanlığa iyi bir örnek teşkil etmektedir.

   Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayı...


modern hastalık

  Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayışı üzerine kurulmuş, toplumsal sorunların umursanmadığı, kendi mutluluğu dışında hiçbir şeyin düşünülmediği ve doyumsuzluk, bencillik gibi belirtilerin baş gösterdiği bir modern çağ hastalığıdır. Teknolojinin ve tüketim çılgınlığının zirve yaptığı günümüzde, insanların kendilerini mutlu edecek birçok şeye (partiler, seks, uyuşturucu, seyahat vb.)  bu kadar kolay ulaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Tamamen kişisel tatminler üzerine kurulu bu hayat tarzında, kişi kendini herşeyin merkezine koymakta, kendinden başka kimseyi düşünmemektedir. Peki bu yaşam tarzı kişileri mutlu eder mi? 


çılgıın yaşam tarzı

  Öncelikle bu sendroma neden Kaliforniya sendromu denildiğinden bahsedelim. Kaliforniya Eyaleti, Amerikan ekonomisini ayakta tutan en büyük değerlerden biridir. Sinema sektörünün merkezi olan Hollywood ile yine teknolojik gelişmelerin merkezinde bulunan Silikon Vadisi, yerli ve yabancı turistlerin uğrak yeri olan Long Beach ve dünya sosyetesinin merkezi olan Beverly Hills Kaliforniya'da bulunmaktadır. Bunların dışında Google, Facebook, Twitter, Yahoo, Oracle, Cisco, Intel ve HP gibi dev şirketlere ev sahipliği yapmaktadır. Yaklaşık 36 milyon insanın yaşadığı bu eyalet, 2017 yılında 2.7 trilyon dolar Gayri Safi Milli Hasılata (Türkiye'nin GSMH'in 3 katından fazla) ulaşıp, İngiltere'yi bile geride bırakarak dünyanın en büyük 5'nci ekonomisi haline gelmiştir. Bu sebeple, Kaliforniya'da yaşayan insanların birçoğu eğlenceyi, bedensel hazları ve para harcamayı bir yaşam felsefesi olarak benimsemiş durumdadır. Dünya gündeminden uzak, tamamen ütopik hayat yaşayan birçok Kaliforniyalının hayata bakışı eğlence ve kişisel hazlar üzerine kuruludur.


hedonizm

   Bu sendromun etkisi altındaki bireylerin üç temel ortak noktası bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zevke düşkünlüktür. Bireyler,  'Sieze the Day' yani anı yaşa felsefesiyle toplumsal değerleri hiçe sayarak tamamen hazcılık odaklı yaşamaktadır. Ancak insanın doğası gereği sahip olduğu doyumsuzluk duygusu bu noktada bireyleri her zaman daha fazlasını istemeye yönlendirmektedir. Eğlence hayatı, tüketim çılgınlığı, sekse düşkünlük ve uyuşturucu madde kullanımı kişileri esareti altına alan başlıca geçiçi zevklerdir. Bireylerin tek amacı, her zaman daha fazlasını istediği bu zevklere ulaşmaktır. Belli bir süre sonra bu zevkler, ulaşılması gereken bir amaçtan çok yaşam tarzı haline gelmektedir.


egoistlik

   Sendromun görülen ikinci belirgin özelliği ise, ben merkezciliktir. Bireyler toplumsal sorunlardan ve yaşanılan sıkıntılardan tamamen uzak, sadece kendi mutluluğunu düşünen kişilere dönüşmekte, 'Başkası açlıktan ölse banane ben kendi mutluluğuma bakarım' felsefesini benimsemektedir. Kendisini herşeyin merkezi gören ve  büyük bir hayranlık besleyen bireyler, narsist davranış biçimleri göstermeye başlarlar. Bu sendromun etkisindeki insanlar, özellikle iş hayatında sorumlu olduğu ast konumundaki kişilerin yaşadıkları sıkıntıları önemsememekte ve kendilerine karşı yapılan eleştirilere karşı saldırgan tavırlar göstermektedirler. Empati duygusundan tamamen yoksun ve kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünmeyen bu bireyler, yaşadıkları yakın çevrelelerinde zaman zaman büyük tahribatlara sebep olurlar.


yalnızlık

  Sendromun etkisindeki insanlarda görülen üçüncü ortak nokta ise, yalnızlıktır. Kişiler zevklere odaklı, egoist yaşam tarzını benimsedikleri için, toplumdan kendilerini soyutlamakta ve bunun doğal bir sonucu olarak yalnızlaşmaktadırlar. Toplumsal değerleri hiçe sayan bir yaşam tarzını benimsemeleri sebebiyle, başta aile hayatı olmak üzere herşeyi küçümserler. Evli olmaları durumunda eşleri ve çocukları ikinci plandadır ve çoğu zaman aile hayatının getirdiği sorumlulukları önemsemezler. Bu tip bireyler genellikle çok küçük sorunları bahane edip evliliklerini ve aile hayatlarını bitirme eğilimidedirler. Çünkü aile onların kişisel hazları önünde bir engel niteliğindedir. Zaten sendroma da adını veren Kaliforniya Eyaletinde kişilier internet üzerinden boşanma davası açabilmektedir


para ve mutluluk

  Sendromun ortaya koyduğu en büyük sonuç ise; geçici hazların aksine, kalıcı olarak ortaya çıkan mutsuzluktur. Bireyler başlangıçta bu ışıltılı gibi görünen hayatın cazibesine kapılmakta, ancak zamanla bu hayat için vazgeçtiği değerlerin önemini anlamaya başlamaktadır. Ancak çoğu zaman bunun geç olduğu gerçeğiyle yüzleşmektedir. Bu süreç kişiyi hem maddi hem de manevi açıdan tüketmektedir. Başarısız olmaya ve maddi yönden kayıplar yaşamaya başladığında, çevresindeki sahte dostların uzaklaştıklarına şahit olurlar. Zamanın geçtiğininin ve hiçbir idealini gerçekleştiremediğinin  farkına varan bireyler, tamamen tükenmişlik sendromuna girip, hiçbir şeyden zevk almamaya ve hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlarlar. Malesef bazıları  bu sürecin yarattığı etkiyle, intiharı bir çözüm olarak görebilmektedir. Ünlü araba markası Ford'un sahibi olan Henry Ford'un oğlu olan Edsel Ford'un bıraktığı intihar notu bu durumu çok net özetlemektedir:

 ''Baba, hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok. Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum...''
yeni nesil

   Günümüzde teknoloji ve tüketim çılgınlığının yükselmesine paralel olarak bu sendromun etkileri birçok toplumda görülmeye başlamıştır. Özellikle genç nesil, gerek izlediği tv programlarının, gerek sosyal medya platformlarının etkisiyle bu tip bir yaşam tarzına özendirilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren; toplumsal değerlerden uzak, idealleri olmayan ve tamamen kişisel hazlara yönelen bireylerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İletişim becerileri gelişmeyen, toplumsal farkındalığı olmayan kendine sosyal medya platformlarında sanal bir dünya kurmuş bir nesil yetişmektedir. Benim çektiğim sıkıntıları yaşamasın mantığıyla yetiştirilen ve her imkan önüne sunulan çocuklar, ilerleyen süreçte bu sendromdan en çok etkilenecek grubu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, belli hedeflere sahip, toplumsal değerlerin farkında, günümüz dünyasının getirdiği kolaylıkların olumlu taraflarını kullanabilen, ölçülü bireyler yetiştirme noktasında aile ve öğretmenlere çok büyük görevler düşmektedir. Bu görevlerin en önemlisi ise örnek olmaktır. 

“Tanrım, bir gün insanların hepsine sahip olmak istedikleri kadar para ver ki; asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler.” Jim Carrey