2/11/2019
Ruanda Soykırımı 20'nci
yüzyılın en tüyler ürpertici katliamlarından biri olarak tarihe büyük bir kara
leke olarak kazınmıştır. Orta Afrika'da küçük bir ülke olan Ruanda'daki
olayların temeli ortak dil, gelenek ve kültürlere sahip, yüzyıllardır barış
içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri arasında çıkarılan suni bir ırksal
ayrılıktan kaynaklanmaktadır. Birçok insanın ismini bile duymadığı bu ülke
bugün soykırımla eş anlamlı tutulmaktadır. Bu ayrımın yıllarca toplum üzerinde
oluşturduğu travmalar tarihin en büyük katliamlarından birine sebep olmuştur.
Peki aynı kültürel değerlere sahip bir toplumda bu süreç nasıl meydana geldi?
1890 Brüksel Konferansında, bölgede hiç Alman bulunmamasına rağmen Ruanda'nın yönetimi sömürgeci güçlerce Almanlara verilmiştir. I.Dünya Savaşına kadar Almanya idaresinde kalan Ruanda, savaş sonrası dönemde Almanya sömürgeliğinden çıkıp Belçika egemenliğine girmiştir. Belçika'nın Ruanda toplumu üzerinde yarattığı sınıfsal, ekonomik ve siyasal ayrışma, parçalı bir toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Tarih boyunca huzur içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri Belçikalılar tarafından tekrar sınıflandırılmış ve bu sınıflamaya uygun olarak farklı kimlik kartları verilmiştir. Bu ayrımı yaparken ince, narin ve güzel görünümlü olan, ekonomik şartları iyi (10 inekten fazlası olan) ve eğitimli olan bireyleri Tutsi geri kalan kesimi ise Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Bu süreçten sonra azınlığın çoğunluğu yönettiği bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Buna göre Tutsiler gerek devlet yönetiminde, gerek devlet kadrolarında en iyi mevkileri ele geçirmişlerdir. Buna karşın Hutular ise devletin bütün sosyal olanaklarından mahrum bırakılmışlardır.
II.Dünya savaşından sonra yayılan özgürlükçü akımların etkisiyle Belçika Hutular üzerindeki baskıyı azaltmıştır. Birleşmiş Milletlerin kontrolünde yapılan seçimi Hutuların milliyetçi partisi PARMEHUTU'nun kazanmasından sonraki süreçte, yılların verdiği intikam duygusuyla Tutsilere yönelik ayrımcılık ve katliamlara başlanmıştır. Bu süreçte yaşanan çatışmalarda, 100 bine yakın Tutsi katledilmiş, 200 bine yakın Tutsi komşu ülkeler olan Tanzanya ve Uganda'ya sığınmıştır. Bundan sonraki süreçte aşamalı olarak birçok Tutsi öldürülmüş ve göçe maruz bırakılmıştır. 1973'te meydana gelen darbe ile PARMEHUTU hükümeti düşürülmüş, ancak yerine gelen Juvenal Habyarimana'nın da bir Hutu milliyetçisi olması sebebiyle Tutsiler açısından bir değişiklik olmamıştır.
1980'lere kadar gördükleri eziyetler ve katliamlar sebebiyle göç eden Tutsilerin çevre ülkelerdeki nüfusu 500 bini aşmıştır. Bu ülkelerde önemli konumlara gelen Tutsiler, ülkelerine tekrar dönebilmek için örgütlemiş ve Ruanda Yurtseverler Birliğini kurmuştur. Öncelikle diplomasi yoluyla anlaşmaya çalışan bu organizasyon, başarılı sağlayamayınca askeri mücadele yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, 1990 'lara kadar aşama aşama iç savaşa sürüklenen bir süreç ortaya çıkmıştır. 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşmayı tanımayan radikal Hutular'dan oluşan Interahamwe Hareketi Tutsiler'in tümüyle yokedilmesi için çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlenmiştir. Ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle silah alamayan bu gruplar, Çin'den tonlarca satır ve pala siparişi vermiştir. Bu süreçte Interahamwe'ye bağlı radyolarda 'Hamam böceklerini öldürün' anonslara yapılmaya başlanmış ve maalesef beklenen kıvılcım 6 Nisan 1994'te Ruanda Devlet Başkanının uçağının düşürülmesiyle alevlenmiştir.
6 Nisan 1994 ve sonrası süreçte radikal Hutular harekete geçmiş ve öncelikle fişledikleri insanları öldürmeye başlamıştır. Bu süreçte ABD, 11 BM askerinin öldürülmesini bahane ederek bölgeden askerlerin çekilmesini istemiş ve bu kabul edilmiştir. Artık çoğunluk olan radikal Hutular'ın azınlık olan Tutsiler üzerinde katliamı başlamıştır. Hatta o dönem Ruanda'ın ılımlı bir Hutu olan kadın Başbakanı Agathe Uyuling uçağın düşürülmesinden 1 gün sonra Ruanda ordusundaki işbirlikçiler tarafından öldürülmüştür. Yıllardır komşuluk ilişkisi içinde bulunan insanlar birbirlerini satır ve palalarla doğramaya başlamıştır. Eskiden ülkeyi terketmelerine izin verilen Tutsilerin kaçmasını engellemek amacıyla tüm sınırlar tutulmuştur. Katliamı haber alan Ruanda Yurtseverler Birliği harekete geçmiş ve başkent Kigari'ye kadar gelerek, Hutulu milislerle savaşmaya başlamıştır. Bunu bir terörist eylem olarak gören ve önceki süreçte kılını kıpırdatmayan Fransa Hutu hükümetine yardım etmeye karar vermiştir.
Bunun yanı sıra, BM katliam gerçekleştikten sonra Ruanda'da Turkuaz operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonda en büyük rolü üstlenen Fransa, Ruanda Yurtseverler Birliğinin çatışma bölgelerine girmesini engellemiş ve yaklaşık 200 bin Tutsilinin daha ölmesine seyirci kalmıştir. Kısacası Turkuaz operasyonu katliamı engellemekten çok Hutu milislerinin katliamlarını rahat bir şekilde devam etmelerine önayak olmuştur. Hutu milislerine istihbarat ve silah desteği sağlayan Fransızlar bölgeden çekildikten sonra, Ruanda Yurtseverler Birliğinin ve kalan Tutsilerin intikam almasında korkan katliamcı Hutu milisleri ve yaklaşık 2 milyon Hutu çevre ülkelere sığınmışlardır. Ruanda Yurtseverler Birliği askerleri başkent Kigaliyi ele geçirdiğinde artık herşey için çok geç olduğu anlaşılmıştır.
Tarihin en büyük soykırımlarından biri olarak görülen Ruanda Katliamının acı bilançosu tüyler ürperticidir. 100 gün süren çatışmalarda pala ve çivili sopalarla Tutsilerden ve ılımlı Hutulardan yaklaşık 800 bin insan öldürülmüş sadece 300 bin insan sağ olarak kurtulabilmiştir. Soykırımın sonunda 250 – 500 bin arası kadına tecavüz edilmiştir. Halka hizmet veren bütün kurumları işlemez hale gelmiş ve üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi tam anlamıyla toparlanamamıştır. Yine aynı dönemde baş gösteren açlık sebebiyle 1 milyona yakın köpek katledilmiştir.
Ruanda Soykırımı 20'nci yüzyılın en tüyler ürpertici katliamlarından biri olarak tarihe büyük bir kara leke olarak ka...
İNSANLIĞIN UTANCI: RUANDA SOYKIRIMI
1890 Brüksel Konferansında, bölgede hiç Alman bulunmamasına rağmen Ruanda'nın yönetimi sömürgeci güçlerce Almanlara verilmiştir. I.Dünya Savaşına kadar Almanya idaresinde kalan Ruanda, savaş sonrası dönemde Almanya sömürgeliğinden çıkıp Belçika egemenliğine girmiştir. Belçika'nın Ruanda toplumu üzerinde yarattığı sınıfsal, ekonomik ve siyasal ayrışma, parçalı bir toplum yapısının oluşmasına neden olmuştur. Tarih boyunca huzur içinde yaşayan Tutsi ve Hutu kabileleri Belçikalılar tarafından tekrar sınıflandırılmış ve bu sınıflamaya uygun olarak farklı kimlik kartları verilmiştir. Bu ayrımı yaparken ince, narin ve güzel görünümlü olan, ekonomik şartları iyi (10 inekten fazlası olan) ve eğitimli olan bireyleri Tutsi geri kalan kesimi ise Hutu olarak sınıflandırılmıştır. Bu süreçten sonra azınlığın çoğunluğu yönettiği bir toplum yapısı oluşturulmuştur. Buna göre Tutsiler gerek devlet yönetiminde, gerek devlet kadrolarında en iyi mevkileri ele geçirmişlerdir. Buna karşın Hutular ise devletin bütün sosyal olanaklarından mahrum bırakılmışlardır.
II.Dünya savaşından sonra yayılan özgürlükçü akımların etkisiyle Belçika Hutular üzerindeki baskıyı azaltmıştır. Birleşmiş Milletlerin kontrolünde yapılan seçimi Hutuların milliyetçi partisi PARMEHUTU'nun kazanmasından sonraki süreçte, yılların verdiği intikam duygusuyla Tutsilere yönelik ayrımcılık ve katliamlara başlanmıştır. Bu süreçte yaşanan çatışmalarda, 100 bine yakın Tutsi katledilmiş, 200 bine yakın Tutsi komşu ülkeler olan Tanzanya ve Uganda'ya sığınmıştır. Bundan sonraki süreçte aşamalı olarak birçok Tutsi öldürülmüş ve göçe maruz bırakılmıştır. 1973'te meydana gelen darbe ile PARMEHUTU hükümeti düşürülmüş, ancak yerine gelen Juvenal Habyarimana'nın da bir Hutu milliyetçisi olması sebebiyle Tutsiler açısından bir değişiklik olmamıştır.
Ruanda Yurtseverler Cephesi |
1980'lere kadar gördükleri eziyetler ve katliamlar sebebiyle göç eden Tutsilerin çevre ülkelerdeki nüfusu 500 bini aşmıştır. Bu ülkelerde önemli konumlara gelen Tutsiler, ülkelerine tekrar dönebilmek için örgütlemiş ve Ruanda Yurtseverler Birliğini kurmuştur. Öncelikle diplomasi yoluyla anlaşmaya çalışan bu organizasyon, başarılı sağlayamayınca askeri mücadele yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, 1990 'lara kadar aşama aşama iç savaşa sürüklenen bir süreç ortaya çıkmıştır. 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin araya girmesiyle bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır.
Bu anlaşmayı tanımayan radikal Hutular'dan oluşan Interahamwe Hareketi Tutsiler'in tümüyle yokedilmesi için çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlenmiştir. Ülkedeki ekonomik kriz nedeniyle silah alamayan bu gruplar, Çin'den tonlarca satır ve pala siparişi vermiştir. Bu süreçte Interahamwe'ye bağlı radyolarda 'Hamam böceklerini öldürün' anonslara yapılmaya başlanmış ve maalesef beklenen kıvılcım 6 Nisan 1994'te Ruanda Devlet Başkanının uçağının düşürülmesiyle alevlenmiştir.
6 Nisan 1994 ve sonrası süreçte radikal Hutular harekete geçmiş ve öncelikle fişledikleri insanları öldürmeye başlamıştır. Bu süreçte ABD, 11 BM askerinin öldürülmesini bahane ederek bölgeden askerlerin çekilmesini istemiş ve bu kabul edilmiştir. Artık çoğunluk olan radikal Hutular'ın azınlık olan Tutsiler üzerinde katliamı başlamıştır. Hatta o dönem Ruanda'ın ılımlı bir Hutu olan kadın Başbakanı Agathe Uyuling uçağın düşürülmesinden 1 gün sonra Ruanda ordusundaki işbirlikçiler tarafından öldürülmüştür. Yıllardır komşuluk ilişkisi içinde bulunan insanlar birbirlerini satır ve palalarla doğramaya başlamıştır. Eskiden ülkeyi terketmelerine izin verilen Tutsilerin kaçmasını engellemek amacıyla tüm sınırlar tutulmuştur. Katliamı haber alan Ruanda Yurtseverler Birliği harekete geçmiş ve başkent Kigari'ye kadar gelerek, Hutulu milislerle savaşmaya başlamıştır. Bunu bir terörist eylem olarak gören ve önceki süreçte kılını kıpırdatmayan Fransa Hutu hükümetine yardım etmeye karar vermiştir.
Bunun yanı sıra, BM katliam gerçekleştikten sonra Ruanda'da Turkuaz operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonda en büyük rolü üstlenen Fransa, Ruanda Yurtseverler Birliğinin çatışma bölgelerine girmesini engellemiş ve yaklaşık 200 bin Tutsilinin daha ölmesine seyirci kalmıştir. Kısacası Turkuaz operasyonu katliamı engellemekten çok Hutu milislerinin katliamlarını rahat bir şekilde devam etmelerine önayak olmuştur. Hutu milislerine istihbarat ve silah desteği sağlayan Fransızlar bölgeden çekildikten sonra, Ruanda Yurtseverler Birliğinin ve kalan Tutsilerin intikam almasında korkan katliamcı Hutu milisleri ve yaklaşık 2 milyon Hutu çevre ülkelere sığınmışlardır. Ruanda Yurtseverler Birliği askerleri başkent Kigaliyi ele geçirdiğinde artık herşey için çok geç olduğu anlaşılmıştır.
Tarihin en büyük soykırımlarından biri olarak görülen Ruanda Katliamının acı bilançosu tüyler ürperticidir. 100 gün süren çatışmalarda pala ve çivili sopalarla Tutsilerden ve ılımlı Hutulardan yaklaşık 800 bin insan öldürülmüş sadece 300 bin insan sağ olarak kurtulabilmiştir. Soykırımın sonunda 250 – 500 bin arası kadına tecavüz edilmiştir. Halka hizmet veren bütün kurumları işlemez hale gelmiş ve üzerinden yıllar geçmiş olsa dahi tam anlamıyla toparlanamamıştır. Yine aynı dönemde baş gösteren açlık sebebiyle 1 milyona yakın köpek katledilmiştir.
Savaş sonrası süreçte sorumluların bulunup cezalandırılmasına çalışılmış
olsa da, sorumlu kişilerin fazlalığı ve katliamın meydana getirdiği etki
sebebiyle yargı sistemi işlemez hale gelmiştir. Kendi mahkemelerini kuran yerel
halk, katliamın büyüklüğü sebebiyle sadece 3'ten fazla insan öldüren kişileri
(!) yargılayabilmiştir. Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler
gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurulmuştur. Tek
elle tutulur ceza Ruanda Silahlı Kuvvetleri generali Augustin Bizimungu'ya
verilen 30 yıllık(?) ceza olmuştur.
Sonuç olarak, yüzbinlerce
masum insanın hayatını kaybettiği bu katliamın kazananı olmamış ve Ruanda
toplumunda bir daha asla onarılmayacak yaralar açmıştır. Ruanda katliamı,
özellikle gelişmemiş ve gelişmekte olan toplumlar için büyük bir ders
niteliğindedir. İnsanları ötekileştirmenin ve etnik kimlik ayrımcılığı
ile siyaset yapılmasının ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en bariz
örneğidir. Küresel güçlerin kendine menfaat sağlamayacağını düşündüğü yerlerde
insan hakları ihlallerine, katliamlara hatta soykırımlara nasıl sessiz
kaldıklarının en açık göstergesi olmuştur. Ruanda'da böyle olduğu gibi Bosna'da
da aynısı olmuş ve gelecekte de aynısı olacaktır. Ayrıca dikkat edildiğinde bu
süreçlerin öyle bir anda olmadığını, geçmişten günümüze aşama aşama geliştiğini
görmekteyiz Ülkemiz açısından değerlendirildiğinde; Alevi-Sünni, Sağ-Sol ve Türk-Kürt olmak
üzere dış güçler tarafından tetiklenebilecek tehlikeli kırılma noktaları
bulunmakta olup, zaman zaman küresel güçler tarafından harekete geçirilmeye
çalışılmıştır. Bu sebeple insanların duyarlı olması ve hükümetlerin etnik, dini
ve ideolojik olmayan ve tüm halkı kucaklayan siyaset yapmaları ülkemiz
açışından en büyük zorunluluktur.
KAYNAKÇA:
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
İranlı
sanatçı Farid Farjad'ın dediği gibi 'Dünyada yüzlerce millet,dil,din,mezhep
olabilir.Ama sadece iki çeşit insan var;vicdanı olan ve vicdanı olmayan.
KAYNAKÇA:
2. Ruanda Katliamı ve
Küresel Güçler, Serhat ORAKÇI
3. Ruanda Soykırımının Değerlendirilmesi, Semih NARGÜL
2/06/2019
Bu fıkra aslında birçoğumuzun yaşamının bir özetidir. Hayatımız ile ilgili alacağımız kararlarda, yapacağımız işlerde hep çevrenin hakkımızdaki düşüncelerini fazlasıyla önemseriz. El alem ne der algısı çocukluktan itibaren özellikle aile tarafından bizlere empoze edilmektedir. Eğer sürekli üstünüzde bu baskıyı hissediyorsanız ve yaptığınız iş ve eylemlerde çevrenin tepkisine göre hareket ediyorsanız el alem ne der hapishanesine hoşgeldiniz. Toplumsal bir kontrol mekanızması olan 'el alem ne der hapishanesi' zaman zaman sizi siz olmaktan alıkoyabilmektedir. Diğer insanların ne düşündüğü ya da ne şekilde tepki vereceğini düşünerek onlardan onay almadan karar veremeyen ve kendini kısıtlayan bireyler bir açıdan kendi hayatlarından çok çevresindeki insanların hayatlarını yaşamaktadır.
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider. Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir...
EL ALEM NE DER HAPİSHANESİ
Nasreddin Hoca birgün eşeğiyle beraber oğlunu okuldan almaya gider.
Okuldan oğlunu alıp birlikte eşeğe binerler. Yolda giderken bir grup
kendilerine 'Hoca hoca zavallı eşeğe hiç acımaz mısın iki kişi binmişsiniz '
der. Bunun üzerine Nasreddin Hoca gruba hak verir ve oğlunu indirip ilerlemeye
devam ederler. Yolda karşılarına çıkan bir diğer grup 'Hoca Hoca ayıp değil mi
çocuğu yürütüyorsun kendin rahatını düşünüp eşşeğe binmişsin' der. Nasreddin
Hoca bu gruba da hak verir. Kendisi iner çocuğunu eşşeğe bindirir ve yola
kaldıkları yerden devam ederken yine bir grupla karşılaşırlar. Grup kendi
arasında ' Görüyorsunuz dimi zamane çocukları böyle büyüğe hiç saygı kalmamış
kendi eşeğe binerken babasını yürütüyor' derler. Bu söz oğlunun ağırına gider
ve o da eşekten iner. Eşek önde Nasreddin Hoca ve oğlu arkada yollarına devam
ederler. Yeni bir grupla karşılaşırlar. Bu grupta 'Şu enayilere bak, eşek
boşken arkadan yayan gidiyorlar' der. Bunu duyan Nasreddin Hoca oğluna dönerek
'Görüyorsun ya oğlum elalem böyledir, ağızları torba değil ki büzesin' der.
Bu fıkra aslında birçoğumuzun yaşamının bir özetidir. Hayatımız ile ilgili alacağımız kararlarda, yapacağımız işlerde hep çevrenin hakkımızdaki düşüncelerini fazlasıyla önemseriz. El alem ne der algısı çocukluktan itibaren özellikle aile tarafından bizlere empoze edilmektedir. Eğer sürekli üstünüzde bu baskıyı hissediyorsanız ve yaptığınız iş ve eylemlerde çevrenin tepkisine göre hareket ediyorsanız el alem ne der hapishanesine hoşgeldiniz. Toplumsal bir kontrol mekanızması olan 'el alem ne der hapishanesi' zaman zaman sizi siz olmaktan alıkoyabilmektedir. Diğer insanların ne düşündüğü ya da ne şekilde tepki vereceğini düşünerek onlardan onay almadan karar veremeyen ve kendini kısıtlayan bireyler bir açıdan kendi hayatlarından çok çevresindeki insanların hayatlarını yaşamaktadır.
Konuya ilişkin basit bir örnek verelim. Meşhur düğünlerimiz... Türk örf
ve adetlerinde düğünün ayrı bir önemi vardır. Düğünün gösterişli olması aileler
için herşeyden elzemdir. Düğün gösterişli olmaz ise aileler kendilerinin rezil
olacağına inanırlar ve bu yüzden büyük bir koşuşturma içine girerler. Sözü,
nişanı, kınası, düğün salonu hepsi aile ve çift açısından büyük stres yaratır.
İşin maddi boyutuna gelirsek birkaç saat sürecek bir düğün için çiftler ve
aileler büyük bir masrafın ağırlığı altında ezilir ve önceden birikimleri yoksa
bu süreç yıllar sürebilir. Oysa sade bir nikah töreni ya da düğün yapılsa bu
çiftler hem bu yükün altında ezilmez hatta harcadıkları paranın çok küçük bir
kısmına örnek veriyorum Maldivler'de unutulmayacak rüya gibi bir balayı
gerçekleştirebilirler. Mantıklı düşündüğümüzde 3 4 saat sürecek düğünü
şatafatlı bir şekilde yapmak mı yoksa
Maldivler'de rüya gibi bir hafta tatil mi? Birçok insana ikinci seçenek
daha mantıklı gelsede, bu noktada el alem ne der baskısı devreye girer ve
insanların çoğunluğu birinci seçenekte hapsolur.
El alem ne der hapishanesi çocukluktan itibaren hayatımızda yer etmeye
başlar. Özellikle aileler çocuklarını yetiştirken toplumsal kalıplara sokmaya
başlarlar. Küçüklükten itibaren meslek
seçimlerinde aileler baskı kurmaya başlar. Bireyler toplumlarca değer gören
meslekler dışında alanlara yönelindiğinde aile ve çevrelerinden tepki görmeye
başlarlar ve kendilerini mutlu etmeyecek meslek seçimleri yapabilirler.
İlerleyen süreçte bu seçtikleri meslekte mutlu olmadıklarını gördüklerinde
radikal kararlar almaya çalışabilirler ancak bu noktada el alem ne der baskısı
tekrar devreye girer ve ömürlerini kendilerini tatmin etmeyecek bir iş
hayatında harcarlar.
Türk toplumunda özellikle kadınlar bu baskıyı çok daha derinden
hissetmektedir. Giyiminden, üniversite okuyacağı şehire kadar, meslek
seçiminden aile hayatına kadar her aşamada el alem ne der baskısını derinden
hisseder. Bu baskıya karşı koyduğunda zaman zaman şiddet görmekte ve olmadık
şekillerde yaftalanmaktadırlar. Bu durumu içselleştirmeye başlayan kadın kendi
benliğini kaybederek ömrünü bu hapishanede çürütmektedir. Örneğin kocası
tarafından şiddet gören eşler sırf toplum baskısı sebebiyle bu eziyetlere
katlanmaktadır. Çünkü toplumun kocasından ayrılmış kadına olan yanlış bakış
açısı hepimizin malumudur.
Özellikle eğitim seviyesi yüksek ve bireyselliğin ön planda olduğu
toplumlarda kişiler daha özgür ve radikal kararlar alabilmektedir. Bu
toplumlarda kişiler istedikleri çok
farklı alanlarda kendilerini geliştirmekte ve bu sürece aileleri destek
olmaktadır. Bunun dışında gelenekselci ve kapalı toplumlarda bireyler,
kararlarını toplumca kabul edilebilirlik süzgeçlerinden geçirme zorunluluğu
hissetmektedir ve aileler destek olmak bir yana dursun en büyük süzgeç görevi
görebilmekte ve el alem ne der hapishanesinin sözcülüğünü yapabilmektedir.
Türkiye'de 'sırtını devlete daya rahatına bak' mantığı özellikle orta kuşak
kesimin meslek seçimlerinde yanlış kararlar vermesine yol açmıştır.
Sonuç olarak, bireylerin
tutuklu oldukları bu hapishaneden kurtulmasının yolu, yine kendilerinin
göstereceği radikal değişimlerden geçmektedir. Öncelikle bireyler kendilerine
etki edecek çevreyi sınırlandırmalıdır. Kararlarını alırken kendi mutluluğunu
ve tatminini düşünmek herşeyden önemlidir. Bireylerde ben algısı oluşmalı,
sahip olduğu özgüvenle hayatına yönelik kararlarını kendisi vermeye çocukluktan itibaren alışmalı
ve başkalarına göre yaşamamalıdır. Bu noktada aileler çocuklarının önünde bir
engel değil en büyük destekçi olmalı,çocuklarının kararlarına saygı duymayı
öğrenmelidir. Bireyler bu özgüveni göstermedikleri sürece, tutukluluk halleri
hükümlülüğe, cezaları da müebbet hapise dönecek ve kendilerinin olmayan bir
ömür yaşayacaklardır. Ünlü sinema sanatçısı Bill Cosby'in dediği gibi;
Başarının sırrını bilmiyorum
ama başarısızlığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.
2/04/2019
Birçoğumuz günlük hayatımızda birçok plan yapmakta ve bunları gerçekleştirmeye çalışmaktayız. Bu planları gerçekleştirme aşamasında b...
MURPHY KANUNLARI VE HAYATA BAKIŞ
Birçoğumuz günlük hayatımızda birçok plan yapmakta ve bunları
gerçekleştirmeye çalışmaktayız. Bu planları gerçekleştirme aşamasında birçok
engelle karşı karşıya kalırız ve planlarımız suya düşer. Çevrenizdeki insanlara
iş, aşk ve sosyal hayatlarında şanslı olup olmadıklarını sorduğunuzda çok büyük
bir kesimden olumsuz cevap alırsınız. Aslında insanlar kısmen de olsa bu
noktada haklılar. Çünkü günümüz dünyasında çok az insan hayallerini
gerçekleştirmektedir. Hatta bu uzun vadeli hayalleri bir kenara bırakın günlük
hayatta karşılaştığımız birçok engel ve olumsuzluk insanların hayata olan
pozitif enerjilerini düşürmektedir. Birçok insandan şu lafları sıkça duyarız
'Bende şans olsa zaten, birşey istedim de ne zaman oldu ki, tüm aksilikler beni
buluyor'. Peki gerçekten işler çoğu zaman ters mi gider? Murphy Kanunlarına
göre evet...
Murphy Kanunlarının fikir babası ABD'li mühendis Edward A. Murphy büyük
bir roket projesi üzerinde çalışmaktaydı. Usaf Proje Mx981 ismindeki bu
projede insan üzerine ivmelenmenin etkilerini incelemekteydi. Yaptığı
deneylerin birinde, seçilen deneğin vücudunun 16 noktasına akselometre
takılması gerekmekteydi. Bu akselometreler sensör bir yapıştırıcı ile 2 farklı
şekilde takılabilmekteydi. Bu iş için yardımcı olarak bir teknisyen görevlendirilmişti.
Rastgele taktığında bile %50 şansı olan bu tekniker nasıl başarabildiyse 16
akselometrenin hepsini yanlış bağlamış ve milyon dolarlık deney büyük bir
başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun üzerine Edward Murphy bu kanunun temelini
teşkil edecek o sözleri söylemiştir; '"Eğer bir işi halletmek için
birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya
felaket doğuracaksa; kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir."
Her ne kadar bilimsel bir alt yapısı olmasa da Murphy Kanunları'nın
temeli genel olarak şu hipotezlere dayanır; Bir işin ters gitme olasılığı
varsa, o iş ters gider. Bir şeyi ne kadar çok isterseniz ortaya çıkacak
aksilikler o kadar fazla olur. Siz aksilik oluşturan durumları ortadan
kaldırsanız bile hemen yeni bir aksilikler doğacaktır. Bir işin birden fazla
ters gitme olasılığı varsa en kötüsü gerçekleşir. Herşey yolunda gidiyorsa
keşin bir terslik vardır. Bu düşüncelerden yola çıkarak insanların günlük
hayatında sık karşılaştıkları aksilikler Murphy yasalarına atfedilmeye
başlanmıştır. İşte birçoğumuzun tecrübe ettiği o aksilikler;
- Tüm gün çalışmanıza rağmen patronunuz mola verdiğiniz anda dibinizde biter.
- Bir yere ne kadar çok gitmek istediğimzle trafiğin yoğunluğu doğru orantılıdır
- Çok etkileyici bir hareket yaptığınızda mutlaka yalnız olursunuz ama salak bir hareketinize birçok kişi şahit olur.
- Sigara dumanı arkadaş grubunda en çok sigara içmeyenlere doğru gider.
- Öğretmen, sınav sırasında sadece aptalca bir şey yazdığınız esnada başınıza gelip yazdıklarınızı okur.
- Beğendiğin ve ilgi duyduğun insanlar senin en bakımsız ve salaş olduğun zamanlar karşında belirir.
- Otomobil tamiri sırasında düşürdüğünüz alet en ulaşılmadık yerlere girer.
- Çok sıkıştığınız zamanlarda tuvaletler kesin doludur.
·
- Uzun süre otobüs beklersiniz gelmez bir sigara yaktığınızda daha içmeden otobüs gelir.
- Hayattaki en güzel şeyler; ya kanun dışı, ya ahlak dışı ya da şişmanlatıcıdır.
- Sınavda risk alıp çalışmadığın konudan kesin soru çıkar.
- Araba satarken çok nadir arıza veren kısımlar o anda kesinlikle çalışmaz.
- En çok beğendiğin kıyafetin sana uygun olanı yeni tükenmiştir.
- Kız ya da erkek arkadaşın yokken kimse senle ilgilenmez, ancak biriyle sevgili olduğunda birçok talibin çıkar.
- Arabada müzik açtığınızda en sevdiğiniz şarkının hep sonuna yetişirsiniz
- Ehliyetiniz yokken kesin polis çevirmesine takılırsınız
- Yırtık bir çorap giydiğinizde kesin bir eve girmek zorunda kalırsınız.
- Elinizde birden fazla anahtar varsa en son denediğiniz kapıyı açar.
- Sinema başlarken salonun ortasında oturanlar hep en son girip insanlara rahatsızlık verirler.
- Beklediğiniz telefon her zaman banyoya girdiğinizde çalar.
- Çok güzel bir kare yakaladığınızda telefonunuz ya da kameranızın ya şarjı yoktur yada yeterli hafızası yoktur.
- Aranılan birşey her zaman en son bakılan yerdedir.
- Arabayı yıkattığınız gün büyük ihtimal yağmur yağar.
- Bir işe kalkıştığınızda sessiz kalan insanlar, başarısız olduğunuzda konuşmaya başlarlar.
- Siyah kıyafet giydiğinde hiçbir şey olmazken, beyaz kıyafet giydiğinde kesin üstüne birşeyler dökülür.
- Boş diye girdiğiniz şerit her zaman tıkanır boşalttığınız şerit daha hızlı akar.
Aslında bakıldığında Murphy kanunları aksiliklerin her zaman olacağını
düşünüp buna göre önlem almamız gerektiğini söyleyen bir tedbir stratejisidir. Yapacağanız
işlerde ve alacağınız kararlarda her zaman en kötü ihtimali düşünmek,
üzerinizdeki stresi azaltacak ve daha fazla sonuçlara hazırlıklı olmanızı
sağlayacaktır. Olası bütün negatif senoryalara önceden hazır olmak daha
az hata yapmanıza büyük katkı sağlar. Bardağın dolu tarafından baktığımız gibi
boş tarafını da unutmamak gerekir. İşte Murphy yasaları bizde bu algının
oluşmasını sağlar. Bardağın dolu tarafından bakanlar bunla yetinebilirken, boş
tarafından bakanlar her zaman kalan kısmını doldurmaya çalışacaklardır. Yani
kısacası, her zaman en kötü ihtimali düşünüp ona göre hazırlık yapmak daha az
hata yapmamızı ve daha başarılı olmamızı sağlayacaktır.
2/01/2019
Uzay çağını yaşadığımız günümüz dünyasında, hayatımızın her aşamasında teknolojiyi etkin şekilde kullanmaktayız. İnsanların ...
MODERN DÜNYAYI REDDEDEN AMİŞLER
Uzay çağını yaşadığımız
günümüz dünyasında, hayatımızın her aşamasında teknolojiyi etkin şekilde
kullanmaktayız. İnsanların ellerinden telefonlarını, altlarından arabalarını
aldığımızda ne yapacaklarını şaşıracakları bir dönemi yaşıyoruz. Peki insan
teknolojisiz yaşayabilir mi? İşte bunun en güzel örneğini günümüzde çoğunlukla
Amerika ve Kanada'da yaşayan bir toplum ispatlamıştır, hem de kapitalizmin ve
teknolojinin anavatanında. Tarihin onlar için 1700'lerden sonra durduğu toplum
Amişler....
Amişler, ABD ve Kanada'nın
bazı eyaletlerine dağılmış şekilde yaşamlarını sürdüren sayıları 350 bini bulan
hristiyan bir toplumdur. Kökenleri 16'ıncı yüzyıla kadar dayanan bu hristiyan
mezhebi, Tanrı'nın insanları sade ve basit bir yaşam için yarattığı felsefesine
dayanarak ortaçağ dönemindeki hayatı esas almışlardır. 17 ve 18'nci yüzyıllarda
Almanya ve İsviçre çevresinde yaşayan bu toplum farklı inanışları nedeniyle
dönemin Evangelist Katolik ve Protestanlarının büyük baskı ve saldırılarına
maruz kalmış ve çareyi yeni dünya olan Amerika'ya göç etmekte bulmuşlardır.
Çünkü Amişler, kişilerin doğuştan vaftiz edilmesine karşı çıkmışlar, bireylerin
belli bir olgunluğa ulaştıklarında bu kararı hür iradeleriyle vermelerinin
uygun olduğunu savunmuşlardır. Bu yüzden Ortaçağın reformistleri olarak
görülürler.
Teknolojik yeniliklere tamamen kapalı ve basit bir yaşama sahip olan
Amişler bu felsefesini matta incilinin 6'ncı bölümüne dayandırmaktadır. Söz
konusu bölümde; 'Kaygılarınızı atın,
nerden yemek bulacağız ne giyeceğiz diye endişelenmeyin, Tanrının
hükümranlığını ve doğruluğunu kabul edin, giyeceğinizi, yemeğinizi Tanrı size
sonra sağlayacaktır. Bu dünya için çok çaba sarfetmeden, doğru düzgün temiz
insanlar olarak kavgasız, dövüşsüz barış içinde yaşadıktan sonra Tanrı size her
türlü nimeti verecektir' yazmaktadır.
Seçilmiş bir toplum olarak kendilerini gören Amişler, sadeliği ve
yardımseverliği kendilerine rehber edinmişlerdir.
AMİŞLERİN SOSYAL HAYATI
Amişler teknolojinin insanı
bu dünya hayatında azgınlaştıracağını düşünerek tamamen reddederler. Evlerinde
elektrik dahi kullanmayan bu toplum geceleri gaz lambalarını ve mum ışığını
kullanmaktadır. Köylerinde sadece acil durumlar için bir telefon bulunmaktadır.
Kadınlar çamaşır ve bulaşıklarını elde yıkarlar. Ulaşım ise tamamen at
arabaları ve bisikletler üzerinden sağlanmaktadır. Hiçbir sağlık sigortaları
bulunmayan Amişler hastalandıklarında bunu doğal yöntemlerle atlatmaya
çalışmakta, yalnızca çok ciddi hastalık durumlarında kendi aralarında belirli
bir miktar para toplayıp hastaneye gitmektedir.
Modern toplumdan kendine izole etmiş bu insanlar teknolojinin tüm
nimetlerini ve modern devlet kurumlarını reddetmektedir. Savaş kelimesine bile
tahammülü olmayan Amişler devlet hizmetlerinde çalışmamakta, oy vermemekte, siyasetten
tamamen uzak durmakta ve vergi vermemektedir. Amerikan hükümeti zaman zaman
kendilerinden vergi almaya çalışmışsa da, halkın kendilerine gösterdikleri
desteği görünce geri adım atmışlardır. Amişlerin yaşadığı yerlerde polis,
belediye gibi en temel devlet kurumları bulunmamaktadır. Hiçbir Amiş bireyi
silah taşımaz. Onların tek silahı ellerindeki kürekleridir.
Tüm yaşamlarını tarım ve hayvancılık üzerine inşa etmişlerdir. Çalışkan
ve disiplinli olan Amişler zamanlarının büyük kısmını çalışarak geçirmektedir.
Çalışmadıklarında şeytani duyguların onları esir alacağını düşünürler. Bütün
işleri imece usulu yaparlar. Elde ettikleri organik ürünleri değerinin altında
fiyatlarla aracılara satmaktadırlar. Çünkü gereğinden fazla karla mal
satılmasını çok büyük günah sayarlar. Tarım ve hayvancılık yaparken de yine en
ilkel tarım aletlerini kullanırlar. Tarım ve hayvancılıkta profesyonelleşen bu
toplumun elde ettiği hiçbir katkı maddesi olmayan ürünler (peynir, reçel, yumurta vb. organik gıdalar) Amerika'nın en
ünlü marketlerinde sergilenmektedir. Bunun dışında Hz. İsa'nın mesleği
olan marangozculuğa ayrı bir önem gösterirler.Tek bir çivi yada
civata kullanmadan tamamen birbirlerinin üzerine geçirerek yaptıkları
mobilyalar günümüzde dünyanın en nadide mobilyaları olarak görülmektedir.
Amişler, yaşamlarını ‘Ordung’ adı verilen ve yazılı olmayan bir kurallar
silsilesi çervesinde şekillendirmektedir. Kadın ve erkeklerin kıyafetleri
olabildiğince sade ve basittir. Kadınlar genelde ortaçağ Avrupası'nda giyilen
tek parça koyu kıyafetleri tercih etmektedir. Makyaj yapmaz ve mücevher
kullanmazlar. Evli kadınlar beyaz, bekar kadınlar ise siyah başörtüsü
kullanmaktadır. Gösteriş açısından tek kullandıkları şey kafalarına taktıkları
çiçekli başlıklardır. Erkekler ise, sade, uzun kollu yakasız gömlekler
giyerken; kışın siyah fötr şapka yazın ise hasır şapka kullanırlar. Evli
erkekler bıyık bırakmadan sakal uzatırlar.
18-20 yaş aralığında Amiş
gençleri evlilğe yönlendirilmektedir. Evlilkler genellikle görücü usulu yada pazar
ayinlerinde biraraya gelen gençlerin aralarında anlaşması şeklinde olur. Bunun
dışında kadın ve erkeklerin gönül ilişkisi yasaktır. Düğün törenleri hasat
sonrası olan kasım ayında gayet sade bir törenle gerçekleştirilir. Kadının
temel görevi çocuk yapıp ev işlerine bakmak, erkeğin görevi ise tarım ve
hayvancılıkla uğraşmaktır. Bir Amiş kadını ortalama 8 çocuk dünyaya
getirmektedir. Bu yüzden Amişlerin sayısı gitgide artmaktadır. Çünkü bol çocuk
bereketi simgelemektedir. Amiş kadınlarının dışarıdan evlenmesi yasaktır.
Evliliklerde ailelerin onayı önem arzeder.
Amişler eğitim konusunda
tamamen katı bir tutuma sahiptirler. Sadece 8 yıllık bir eğitim verilen
okullarında, lise eğitimi almanın dünyevi zevklere sürüklüyeceğini düşündükleri
için sıcak bakmazlar. Bu 8 yıllık süreçte, okuma yazma ve dini eğitim alırlar.
Ancak çocuklarının lise eğitimi almasını isteyenlere karşı çıkmazlar.
Öğretmenler ise daha çok bu 8 yıllık eğitimi bitirmiş 17-18 yaşlarında
gençlerden seçilmektedir.
Amişler, 18 yaşına gelen gençlerinin Amiş olup olmayacakları konusunda
hür iradeleriyle karar vermelerini isterler. Dış dünyayı keşfetmek isteyen
bireylere baskı kurmazlar. Ama sonuçlara bakıldığında gençlerin yaklaşık
%90'ının Amiş mezhebini kabul ettiğini görmekteyiz. Amiş mezhebine girmek
isteyen bireylere sıcak bakmamalarına rağmen, kişileri istekliliklerine göre birtakım testlere tabi
tutarlar. Kişi bu testlerden geçtiği takdirde, ihtiyar heyetinin onayıyla Amiş
mezhebine kabul edilir.
Amişlerde diğer hristiyan tarikatlarının aksine, misyonerlik ve dini
yayma faaliyetleri yoktur. Tersine, kişinin dinini değiştirmeye çalışmayı büyük
bir saygısızlık olarak görürler.Tanrı’nın insanı sade bir yaşam için
yarattığına inanan Amişler, Tanrı'nın kendilerini özel olarak dış dünyadan
koruduğuna da inanırlar. İnanışları gereği fotoğraf çektirmeyi hiç
sevmezler.Onlara göre kişinin portresinin çizilmesi günahtır ve Hz.İsa
fotografının çizilmesine izin vermemiştir. Bu yüzden çocukları için yaptıkları
bebeklerin dahi yüz kısmı görünmemektedir.
Sonuç olarak, Amişlerin yukarıda bahsedilen yaşam tarzı günümüz
dünyasında çok zor gözükse de birçoğumuz tarafından özlenen bir hayattır.
Teknolojinin canavarlaşıp bizleri esir aldığı bu çağda, hayatın koşturmacasını
bir kenara bırakıp, kendini doğanın kollarına bırakmak herkesçe istenen bir
durumdur. Bu açıdan bakıldığında buna bir din gerekliliği gibi bakmak zorunda
da değiliz. Elimizden geldiğince doğayla bütünleşmeli, kendimizi teknoloji
hapishanesinden kurtarmalı ve ruhumuzu dinlendirmeliyiz. Bunu yaptığımız sürece
daha özgür bireyler oluruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Rüyanızda tehlikeler içindeyseniz, dönün ve onunla yüzleşin. Eğer rüyanızda size zevk sunuluyorsa , durmayın kabul edin. Eğer biri s...
-
Nuh Tufanının dünya üzerinde yarattığı büyük yıkımdan sonra tekrar biraraya gelen ve yükselişe geçen insanoğlunun bir sembolü olan Bab...