4/06/2019
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vata...
TARİHİ DEĞİŞTİREN BAŞYAPIT: GÖBEKLİTEPE
Hayvanlarını otlatmak ve tarlasını sürmek için Şanlıurfa'nın 20 km
kuzeybatısında bulunan Örencik Köyü bölgesine giden bir vatandaş, farkında
olmadan bilinen tarihi değiştirecek ve günümüze kadar inanılan insanın
gelişimini sorgulamamıza neden olacak çok büyük bir keşife neden olmuştur.
İnsanlığı hayrete düşüren ve tüm dünyanın dikkatinin bu bölgeye çekilmesini
sağlayan şey, keşfedilen yapıtın, yapılan karbon testleri sonucunda M.Ö 12000
yıl öncesine kadar dayanması olmuştur. Yani Taş Devrine...Peki elde edilen bu
sonuç neden dünya tarihinin yeniden yazılmasına sebep olacak?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Öncelikle, son derece etkileyici ve bizim açımızdan dramatik olan Göbeklitaş'ın keşfinin hikayesinden bahsetmek gerekir. Aslında hikayenin geçmişi 1986'lara kadar dayanır. Göbeklitepe'de araziyi sürmeye ve hayvanlarını otlatmaya gelen bir çoban, tarlayı sürerken birkaç heykel bulur ve para eder umuduyla at arabasına yükleyerek Şanlıurfa'daki Müze Müdürlüğüne götürür. Dönemin müze müdürü heykelin tarihi bir değerinin olmadığını ve kireç taşından olduğunu söyler. Bu duruma çok üzülen çoban heykelleri çöpe atmak ister. Bunu gören müze yetkilileri heykelleri alarak depoya yerleştirirler. Aradan uzun zaman geçer.
O dönemde Atatürk Barajı inşa edilmeden önce Şanlıurfa'da bulunan Nevali Çori yerleşim yerinde çalışmalar yapan Alman arkeolog Klaus Schmid o bölgede bulduğu tarihi eserleri teslim etmek üzere müze müdürlüğüne gider. Müzeye ait depoya inen Scmid'in gözü Göbeklitepe'de bulunan heykellere takılır. Bu heykellerin nereden geldiğini sorar. Görevli bir köylünün getirdiğini ve önemsiz olduğunu söyler. Schmid yetkililerden izin alarak heykelleri incelemek üzere alır. Yaptığı incelemeden sonra heykelin kimin getirdiğini ve nereden geldiğini öğrenmeye çalışır. Ancak müze yetkilileri tarafından pek umursanmaz. Ancak bu durum Schmid'in azmini kıramamıştır. Uzun araştırmalar sonucu, heykellerin Göbeklitepe bölgesinden getirildiği bilgisine ulaşır. Sahibinden de izin alarak bölgede çalışmalara başlar. Göbeklitepe, köylüler tarafından kutsal olarak görülmekte ve birçok alimin mezarının bulunduğu yer olarak bilinmektedir. 2 yıl süren çalışmalardan sonra Scmid toprak altında gömülü ilk yeraltı tapınağını bularak tarih sayfasına ismini altın harflerle yazdırır. Bugün birçok araştırmacı için Göbeklitepe son 25 yılın en önemli keşfi olarak görülmektedir. Peki Göbeklitepe insanlık tarihi için neden önemli?
Göbeklitepe'de keşfedilen yapıtların inşası; buzul çağının yeni sona
erdiği, tarımın, tekerleğin ve yazının henüz icat edilmediği, Mısır Piramitleri
ve İngiltere'de bulunan Stonehengen'in inşa edilmesine daha 7000-7500 yıl
olduğu bir zamana denk gelmektedir. Dünya tarihi anlatılırken, insanın
öncelikle avcılıkla hayatını idame ettiğinden bahsedilir. İnsanlığın
gelişiminin en önemli buluşu ise, tarımın keşfedilmesidir. Tarımın
keşfedilmesiyle, insanlar yemek arama ve karın doyurma derdinden kurtulmuş,
kendilerini tamamen kültürel zenginleşmeye ve gelişmeye adamıştır. Bunun doğal
bir sonucu olarak, insanlar bir arada yaşamaya başlamış ve yerleşik hayata
geçmişlerdir. Temel ihtiyaçlarını karşılayan insanlar daha sonra dini
öğretiler geliştirmiş ve tapınaklar inşa etmeye başlamıştır. Oluşturulan bu
küçük yerleşimler; şehirleri, şehirler ise uygarlıkların oluşmasına imkan
sağlamıştır. Yani teoride sıralama ;
Tarımın Keşfi-Yerleşik Hayata Geçilmesi-Dini Öğretiler
Geliştirilmesi-Tapınakların İnşa Edilmesi-Şehirlerin Kurulması-Uygalıkların
Oluşması şeklinde olmuştur.
Ancak Türkiye'nin Göbeklitepe bölgesindeki taş sütunlar ve
üzerindeki kabartmalar kültürel gelişim tarihinde yeni bir sayfa açılmasına
sebep olmuştur. Çünkü bu yapıtların tarihi tarımın icat edilmesinden bile
önceye yani taş devrine dayanmaktadır. Taş devri denilince avcılıkla hayatını
idame ettiren ve sadece taştan yaptıkları aletleri kullanan ilk insanlar akla
gelir. Ancak, Göbeklitepe'deki yapıtların inşa edilmesi o dönemin şartlarıyla
imkansız görülmektedir. Çünkü böyle bir yapının inşası için büyük bir
örgütlenme (duvar ustaları, kazıcılar, taş ocağı işçileri vb.) gerektiği aşikardır.
Devasa büyüklükteki bu taş sütunların nasıl ve ne ile bulundukları yere
taşındıkları hususu büyük bir muamma olarak görülmüştür. Yani insanlar,
birarada bile yaşamaya başlamamışken, bu mükemmel işçilik ve sanat gerektiren
yapıları nasıl inşa ettiler? İnsanlar henüz kilden çömlek yapmaya bile
başlamamışken bu kusursuz yapıları kim neden ve ne maksatla inşa etmiştir? Bu
durum yukarıda bahsettiğimiz sıralamanın doğruluğunun sorgulanmasına neden
olmuştur.
Göbeklitepe'de bulunan yapıtlar incelendiğinde beraberinde birçok gizemi ortaya çıkarmıştır. Yapılan çalışmalar sonucunda her biri çember şeklinde taş duvarlardan oluşan dört büyük uygulama alanı gün yüzüne çıkarılmıştır. Her bir çember T şeklinde büyük sütunlarla ayrılmış yüksek taş duvarlardan oluşmaktadır. Çemberin ortasında ise 5 buçuk metre yüksekliğinde yine T şeklinde iki büyük dikili taş bulunmaktadır. Türkiye'deki diğer yeraltı şehirlerinde de çalışan Scmid bu uygulama alanlarının barınmak için yapılmadığı (alanların şekli ve su kaynaklarına olan uzaklığı) kanaatine varmıştır. Özellikle dikili taşlar üzerinde bulunan ve mükemmel işçilik gerektiren hayvan kabartmaları onların sıradan yapılar olmadığının göstergesidir. Birçok araştırmacı, sütunların şekli ve konumu ile üzerindeki sembollerden yola çıkarak bu yapıtların dünyanın ilk tapınağı olduğunu değerlendirmektedir. Bunun yanı sıra Göbeklitepeyi uzaylılar ve metafizik öğelerle ilişkilendiren ve cennete açılan bir kapı olduğunu iddia eden birçok teori bulunmaktadır.
Ayrıca yapılan kazılarda birçok hayvan kemik ve kalıntılarına ulaşılmıştır. Bulunan bu kemiklerin en büyük ortak özelliği ise; tamamının yabani hayvanlara (ceylan, yaban domuzu, alageyikler ve yaban koyunları) ait gıda atıkları olmasıdır. Bölgede besi hayvanlarına ait hiçbir kemiğe rastlanılmamıştır. Elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak yapıtların; henüz hayvanların evcilleştirilemediği ve avcılıkla hayatın idame edildiği tarım öncesi dönemde inşa edildiği sonucuna varılmıştır. Bu durum birçok araştırmacıya göre, tarım öncesi dönemde yerleşik hayata geçildiğinin bir kanıtı olarak görülmektedir.
Bu büyük keşif Alman arkeologun Klaus Schmid danışmanlığında 1995 yılında başlamış ve 2007 yılında ise Schmid kazı ekibinin başkanlığına getirilmesiyle devam etmiştir. Kazıların bu kadar uzun sürmesinin başlıca sebeplerinden biri, bu şahaserleri inşa eden topluluğun üstlerini bir tepe oluşturacak kadar tonlarca toprak ve taş yığınlarıyla kapatması olmuştur. Son teknolojilerin kullanıldığı Göbeklitepe'de 4 adet uygulama alanı bulunmuş ve uzay fotografları ve radar sistemleri yardımıyla 16 tane uygulama alanı daha olduğu tespit edilmiştir. Bu da yaklaşık 20 futbol sahası büyüklüğünde devasa bir alanı kapsamaktadır. Yani Göbeklitepe bölgesinin henüz çok küçük bir kısmı keşfedilebilmiştir. Ömrünü Göbeklitepe'ye adayan ve bir dönem Şanlıurfa'da yaşayan Klaus Scmid 2014 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür.
Sonuç olarak, Göbeklitepe, birçok gizli kalmış gerçeği ortaya çıkaran ve insanlık tarihini yeniden şekillendiren bir başyapıttır. Keşfedilen en eski kalıntılar olması sebebiyle tarih açısından bir sıfır noktasıdır. Ancak maalesef son dönemin en büyük keşfi olarak değerlendirilen Göbeklitepe'nin önemi, ülkemizce çok geç anlaşılmıştır. 2019 yılı itibariyle Üst Çatı Örtüsü Kaplama Projesi kapsamında keşfedilen kısımlar koruma altına alınmış ve ziyaretçilere açılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığının liderliğinde ve Doğuş grubunun sponsorluğunda bölgedeki çalışmalar için 20 yıllık bir işbirliği anlaşması imzalanmış ve 2019 yılı Göbeklitepe Yılı olarak ilan edilmiştir. Ayrıca insanlığın ortak mirası olan Göbeklitepe'nin global finansmanı ve kazılarının desteklenmesi için 'Dünya Ekonomik Forumunda' tanıtımı yapılmıştır. Bugün itibariyle çok küçük bir kısmı keşfedilen insanlığın bu en eski şahaserinin tamamiyle ortaya çıkarıldığında, ne gibi gizemlere sahne olacağı büyük bir merak konusudur.
4/02/2019
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
KAFİRİSTAN HALKI: KALAŞLAR
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği
Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki
Kalaş vadisinde yaşayan kadim bir topluluktur. Dini inançları sebebiyle
şeriatla yönetilen bu ülkelerce yaşadıkları bölge, Kafiristan olarak
isimlendirilmiştir. Kalaşlar; dini inanışları, fiziki görünüşleri, toplumsal
yapıları ve tarihsel geçmişleriyle birçok antropologun ve tarihçinin dikkatini
çekmiştir. Peki, yaklaşık 4000-5000 nüfusa sahip Kalaşları yaşadıkları
ülkelerin insanından ayıran özellikleri neler?
Kalaşların ortaya çıkışı ile ilgili ortaya atılan iddia çok dikkat
çekicidir. Birçok araştırmacıya göre; Kalaşların kökeni tarihte en geniş
topraklara ulaşan İskenderiye Devletine dayanmaktadır. Büyük İskender, milattan
önce 200 yılında öncelikle Afganistan'ı işgal etmiş burada 2 yıl kaldıktan
sonra Büyük Çin'in fethi için yola çıkmıştır. Özellikle Hindikuş
Dağlarının mevcut arazi şartlarının zorluğu İskender'in sonu olmuştur.
İskenderin ölümü üzerine askerler geri dönmeye karar vermiştir. Ancak,
İskender'in ünlü bir komutanı olan Şalakşah ordunun bir kısmı ile dönmekten
vazgeçerek sarp vadilerin bulunduğu bu bölgede kendilerine yeni bir hayat
kurmuşlardır. Çoğunlukla Kalaşlar'ın kökeni Büyük İskender'in bu ordusuna
dayandırılmaktadır.
Tamamen kapalı ve izole bir hayat süren Kalaşlar, asimile olmadan örf ve
inançlarını günümüze kadar yaşatmışlardır. Sadece fiziksel özellikleri değil,
ayrıca yıllarca korudukları dilleri onları bulundukları bölgede benzersiz
yapmıştır. Konuştukları Burrureşki Dili özellikleri sebebiyle, Hint Avrupa dil
ailesine mensuptur ve günümüzde sadece 5000 kişi tarafından konuşulduğu için,
UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır. İnançları sebebiyle kara kafir
olarak bilinen Kalaşların yaşadığı bölge, 1895 yılında Afganistan emiri
Abdurrahman Han tarafından fethedilmiş ve bölgeye Nuristan (Işık Ülkesi) ismi
verilmiştir ancak bu isimden çok Kafiristan ismi benimsenmiştir.
Kalaşlar, Şamanizmin ve Paganizmin izlerini taşıyan tek tanrılı bir
inanç sistemine sahiptir. Onlara göre Tanrı Dizova evrenin ve nimetlerin
yaratıcısıdır. Bazı kaynaklarda ise, çok tanrılı bir inanç sistemine sahip
oldukları, Di Zaus (Doğa) ve Zau (Güneş) şeklinde isimlendirdikleri iki büyük
tanrılarının bulunduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kalaşlarda 12 peygamberin
varlığı kabul edilmektedir. Bu peygamberlerden 4'ü mevsimleri, diğerleri ise
sağlık, mutluluk ve bereketi simgelemektedir. Sadece önemli günlerde ziyaret
ettikleri Çeştakhan isimli tapınakları bulunmaktadır. Tapınaklarının
girişlerinde koç figürleri bulunur ve inanışlarına göre; gücü, sağlığı ve
barışı simgelemektedir.
Yaz, kış ve baharda olmak üzere üç büyük bayramları vardır ve bu
günlerde kurban keserek Tanrılarına adarlar. Baharın gelişini kutladıkları
'Çilam Çoşhi Bayramı' en coşkuyla kutladıkları bayramdır. Doğaya saygıya esas
alan Kalaşlar, aministik düşüncenin bir özelliği olarak, nesnelerin ruhu
olduğuna inanmaktadır. Kalaşlarda görülen en ilginç geleneklerden biri,
cenazelerini açık tabutlarda bırakmalarıdır. Kalaşlarda, toprak altında kalan
ruhların cennete gidemeyeceğine inanırlar. Ancak, cesetlerin çalınmasından ve
zarar verilmesinden sonra bu adetten vazgeçilmiştir. Günümüzde yaşayan
Kalaşlar'ın bir kısmı İslamiyete geçmiştir. Kalaşlar ile müslümanlığı
tercih edenler farklı köylerde yaşamalarına rağmen bayram ve festivalleri
beraber kutlamaktadırlar.
Bulundukların bölgenin coğrafi koşulları sebebiyle tamamen ilkel bir
hayat süren Kalaşlar teknolojiden uzak bir şekilde, tarım ve hayvancılıkla
geçinmektedir. Ekmeklerini değirmenlerde un öğüterek yapan ve bulaşıklarını
nehirlerde yıkayan kadınların renkli kıyafetleri ve örgülü saçları bu
toplululuğun dikkat çeken özelliklerinden birisidir. Kadınlar bu rengarenk
kıyafetleri çoğunlukla kendileri örerler. Kıyafetlerini deniz kabuğu ve
boncuklarla donatırlar. Saçlarını kutsal olarak gördükleri ırmaklarda yıkar ve
bunun kötülüklerden uzak tuttuğuna inanırlar. Kadınlar örgülü saçları,
rengarenk kıyafetleri ve doğal yollardan yaptıkları makyajlarla güzelliklerine
çok önem verdiklerini göstermektedirler. Erkekler ise çoğunlukla, Pakistan'da
giyilen geleneksel şalvarları tercih ederler. Erkekler için bir kıyafet
zorunluluğu bulunmazken, teamüller gereği kadınların geleneksel kıyafetler
dışında bir giysi giymezler. Kalaşlarda selamlaşma adeti de diğer toplumlardan
çok farklıdır. İki kişi selamlaşırken birbirlerinin ellerini öperler. Bu açıdan
bakıldığında Şamanizmden etkilendikleri düşünülmektedir.
Kalaşlar'ın bulundukları bölgede en çok eleştirilmesine ve kafir olarak
nitelendirilmesine sebep olan husus ise, kadın ve erkek ilişkileridir.
Geleneklere göre ergenliğe ulaşmış erkekler bu durumu kutlamak için, uzakta
bulunan yaylalara gitmektedir. Bu yaylalarda belli bir süre kalan erkekler,
döndüklerinde ergenliğe ulaşmış bir kızla cinsel ilişki yaşamaktadır. Genel
toplum yapısı incelendiğinde, kadının erkil olduğu bir toplum yapısı görülmektedir.
Erkeklerin kadınlarını boşaması yasak iken, kadınlar istedikleri takdirde eş
değiştirebilmektedir. Beğendikleri erkeğe mektup yazan kadınlar, kabul edilmesi
durumunda, başlık parası ödemek şartıyla yeniden evlenebilmektedir.
Kalaşlarda, evlilik öncesi cinsel münasebet konusunda bir toplumsal baskı
bulunmmaktadır. Kişi istediği kişiyle beraberlik yaşayabilmektedir.Kadınlar
evlenecekleri kişiyi kendi hür iradesiyle seçebilmektedir. Bir diğer gelenekte;
adet gören kadınlar bu durum sona erene kadar başaleni denen köy içindeki
binalarda kalmakta ve daha sonra tekrar kocalarının yanına
dönmektedirler. Kalaşlar ile ilgili bir diğer eleştirisi konusu, içkiyi ve
uyuşturucuyu serbest bırakmalarıdır. Üzümden yaptıkları şaraplar ve kenevirden
elde ettikleri esrar hayatlarında önemli bir yere sahiptir. Alkol ve uyuşturucu
özellikle özel günlerin vazgeçilmez öğeleridir. Bu festivallerde ellerinde
tuttukları meşalelerle kız erkek karışık olarak dans ederler.
Yaklaşık 2300 yıllık bir tarihe sahip Kalaşlar, yaşadıkları coğrafi
şartların bir sonucu olarak, bugün yok olmaya yüz tutmuş kadim bir topluluktur.
Bölgedeki Taliban tehlikesine rağmen, müslüman Kalaşlarla huzur içinde yaşayan
bu topluluk; farklı adet ve gelenekleriyle, kadına ve doğaya verdiği değerle
içinde bulundukları coğrafyanın en renkli kültürlerinden birisidir.
Teknolojinin ve imkanların bu kadar geliştiği ancak buna rağmen insanların
sürekli şikayet ettiği ve mutsuz olduğu günümüz dünyasında, çevrelerindeki
tehlikeler ve zorlu arazi şartlarına rağmen mutlu bir dünya kuran
Kalaşlar, bu açıdan tüm insanlığa iyi bir örnek teşkil etmektedir.
3/28/2019
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayı...
SOSYAL KANSER: KALİFORNİYA SENDROMU
Kaliforniya Sendromu, toplumda özellikle kalbur üstü olarak tabir ettiğimiz
kesimlerde görülen, tamamen hazcılık (hedonizm) anlayışı üzerine kurulmuş,
toplumsal sorunların umursanmadığı, kendi mutluluğu dışında hiçbir şeyin
düşünülmediği ve doyumsuzluk, bencillik gibi belirtilerin baş gösterdiği bir
modern çağ hastalığıdır. Teknolojinin ve tüketim çılgınlığının zirve yaptığı
günümüzde, insanların kendilerini mutlu edecek birçok şeye (partiler, seks,
uyuşturucu, seyahat vb.) bu kadar kolay ulaşmasının bir sonucu olarak
ortaya çıkar. Tamamen kişisel tatminler üzerine kurulu bu hayat tarzında, kişi
kendini herşeyin merkezine koymakta, kendinden başka kimseyi düşünmemektedir.
Peki bu yaşam tarzı kişileri mutlu eder mi?
Öncelikle bu sendroma neden Kaliforniya sendromu denildiğinden
bahsedelim. Kaliforniya Eyaleti, Amerikan ekonomisini ayakta tutan en büyük
değerlerden biridir. Sinema sektörünün merkezi olan Hollywood ile yine
teknolojik gelişmelerin merkezinde bulunan Silikon Vadisi, yerli ve yabancı
turistlerin uğrak yeri olan Long Beach ve dünya sosyetesinin merkezi olan
Beverly Hills Kaliforniya'da bulunmaktadır. Bunların dışında Google, Facebook,
Twitter, Yahoo, Oracle, Cisco, Intel ve HP gibi dev şirketlere ev sahipliği
yapmaktadır. Yaklaşık 36 milyon insanın yaşadığı bu eyalet, 2017 yılında 2.7
trilyon dolar Gayri Safi Milli Hasılata (Türkiye'nin GSMH'in 3 katından fazla)
ulaşıp, İngiltere'yi bile geride bırakarak dünyanın en büyük 5'nci ekonomisi
haline gelmiştir. Bu sebeple, Kaliforniya'da yaşayan insanların birçoğu
eğlenceyi, bedensel hazları ve para harcamayı bir yaşam felsefesi olarak
benimsemiş durumdadır. Dünya gündeminden uzak, tamamen ütopik hayat yaşayan
birçok Kaliforniyalının hayata bakışı eğlence ve kişisel hazlar üzerine
kuruludur.
Bu sendromun etkisi altındaki bireylerin üç temel ortak noktası
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi zevke düşkünlüktür. Bireyler,
'Sieze the Day' yani anı yaşa felsefesiyle toplumsal değerleri hiçe sayarak
tamamen hazcılık odaklı yaşamaktadır. Ancak insanın doğası gereği sahip olduğu
doyumsuzluk duygusu bu noktada bireyleri her zaman daha fazlasını istemeye
yönlendirmektedir. Eğlence hayatı, tüketim çılgınlığı, sekse düşkünlük ve
uyuşturucu madde kullanımı kişileri esareti altına alan başlıca geçiçi
zevklerdir. Bireylerin tek amacı, her zaman daha fazlasını istediği bu zevklere
ulaşmaktır. Belli bir süre sonra bu zevkler, ulaşılması gereken bir amaçtan çok
yaşam tarzı haline gelmektedir.
Sendromun görülen ikinci belirgin özelliği ise, ben
merkezciliktir. Bireyler toplumsal sorunlardan ve yaşanılan sıkıntılardan
tamamen uzak, sadece kendi mutluluğunu düşünen kişilere dönüşmekte, 'Başkası
açlıktan ölse banane ben kendi mutluluğuma bakarım' felsefesini
benimsemektedir. Kendisini herşeyin merkezi gören ve büyük bir hayranlık
besleyen bireyler, narsist davranış biçimleri göstermeye başlarlar. Bu
sendromun etkisindeki insanlar, özellikle iş hayatında sorumlu olduğu ast
konumundaki kişilerin yaşadıkları sıkıntıları önemsememekte ve kendilerine
karşı yapılan eleştirilere karşı saldırgan tavırlar göstermektedirler. Empati
duygusundan tamamen yoksun ve kendi mutluluğu dışında hiçbir şey düşünmeyen bu
bireyler, yaşadıkları yakın çevrelelerinde zaman zaman büyük tahribatlara sebep
olurlar.
Sendromun etkisindeki insanlarda görülen üçüncü ortak nokta ise, yalnızlıktır. Kişiler
zevklere odaklı, egoist yaşam tarzını benimsedikleri için, toplumdan
kendilerini soyutlamakta ve bunun doğal bir sonucu olarak yalnızlaşmaktadırlar.
Toplumsal değerleri hiçe sayan bir yaşam tarzını benimsemeleri sebebiyle, başta
aile hayatı olmak üzere herşeyi küçümserler. Evli olmaları durumunda eşleri ve
çocukları ikinci plandadır ve çoğu zaman aile hayatının getirdiği
sorumlulukları önemsemezler. Bu tip bireyler genellikle çok küçük sorunları
bahane edip evliliklerini ve aile hayatlarını bitirme eğilimidedirler. Çünkü
aile onların kişisel hazları önünde bir engel niteliğindedir. Zaten sendroma da
adını veren Kaliforniya Eyaletinde kişilier internet üzerinden boşanma davası
açabilmektedir
Sendromun ortaya koyduğu en büyük sonuç ise; geçici hazların aksine, kalıcı
olarak ortaya çıkan mutsuzluktur. Bireyler başlangıçta bu
ışıltılı gibi görünen hayatın cazibesine kapılmakta, ancak zamanla bu hayat
için vazgeçtiği değerlerin önemini anlamaya başlamaktadır. Ancak çoğu zaman
bunun geç olduğu gerçeğiyle yüzleşmektedir. Bu süreç kişiyi hem maddi hem de
manevi açıdan tüketmektedir. Başarısız olmaya ve maddi yönden kayıplar yaşamaya
başladığında, çevresindeki sahte dostların uzaklaştıklarına şahit olurlar.
Zamanın geçtiğininin ve hiçbir idealini gerçekleştiremediğinin farkına
varan bireyler, tamamen tükenmişlik sendromuna girip, hiçbir şeyden zevk
almamaya ve hayatın anlamsızlığını sorgulamaya başlarlar. Malesef
bazıları bu sürecin yarattığı etkiyle, intiharı bir çözüm olarak
görebilmektedir. Ünlü araba markası Ford'un sahibi olan Henry Ford'un oğlu olan
Edsel Ford'un bıraktığı intihar notu bu durumu çok net özetlemektedir:
''Baba, hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey
olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok.
Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum...''
Günümüzde teknoloji ve tüketim çılgınlığının yükselmesine paralel olarak bu
sendromun etkileri birçok toplumda görülmeye başlamıştır. Özellikle genç nesil,
gerek izlediği tv programlarının, gerek sosyal medya platformlarının etkisiyle
bu tip bir yaşam tarzına özendirilmektedir. Küçük yaşlardan itibaren; toplumsal
değerlerden uzak, idealleri olmayan ve tamamen kişisel hazlara yönelen
bireylerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. İletişim becerileri gelişmeyen,
toplumsal farkındalığı olmayan kendine sosyal medya platformlarında sanal bir
dünya kurmuş bir nesil yetişmektedir. Benim çektiğim sıkıntıları yaşamasın
mantığıyla yetiştirilen ve her imkan önüne sunulan çocuklar, ilerleyen süreçte
bu sendromdan en çok etkilenecek grubu oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında,
belli hedeflere sahip, toplumsal değerlerin farkında, günümüz dünyasının
getirdiği kolaylıkların olumlu taraflarını kullanabilen, ölçülü bireyler
yetiştirme noktasında aile ve öğretmenlere çok büyük görevler düşmektedir. Bu
görevlerin en önemlisi ise örnek olmaktır.
“Tanrım, bir gün insanların hepsine sahip olmak istedikleri kadar para ver
ki; asıl ihtiyaçlarının o olmadığını anlayabilsinler.” Jim Carrey
3/24/2019
Şahmaran Efsanesi, Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile insanoğlunun karşılaşmasını ...
ŞAHMARAN EFSANESİ
Şahmaran Efsanesi,
Anadolu'da nesilden nesile aktarılmış, yılanların şahı olan Şahmaran ile
insanoğlunun karşılaşmasını ve imtihanını anlatan hüzünlü bir hikayedir. Bugün
Şahmaran figürü, yılanın kültürlerdeki kötü imajının aksine, bereket ve
bilgeliğin simgesi olarak görülür ve Anadolunun birçok evinin duvarlarını
süsler. İşte Yunan mitolojisindeki Medusa ile Hitit mitolojisinde yer alan
İlluyanka efsanelerine benzer yönler taşıyan ve insanoğluna ders niteliğindeki
Şahmaran'ın hikayesi...
Şahmaran efsanesi
Mersin'in Tarsus ilçesinde doğmuş bir şehir efsanesidir. Şahmaran belden
aşağısı yılan, üstü insan olan güzel ve çekici bir dişi varlıktır. Kendisi
maran soyundan gelen yılanların şahıdır. Şahmaran yılanların efendisi olarak
insanlara zarar vermesini engelleyen iyi kalpli bir varlıktır. Efsaneye göre
Şahmaran günümüz Tarsus ve Çukurova ilçeleri arasında bir yeraltı krallığında
yaşamıştır. Bunun sebebi açgözlü ve menfaatçi olan insandan uzak yaşamaktır ve
bu yüzden yeraltından çıkmaz.
Şahmaranla tanışan ilk insanın adı bazı kaynaklarda Belkıya olarak geçerken,
çoğunlukla Camsab olarak bilinir. Camsab o zamanın Tarsus'unda oldukça fakir
bir ailenin çocuğudur. Birgün Camsab arkadaşlarıyla beraber ormanın
derinliklerinde bir mağara keşfeder. Buldukları mağarayı kontrol ettiklerinde
içinin bal ile dolu olduğunu farkederler. Bal o dönemlerde kıymetli olduğu
için, balı toplamak için harekete geçerler. Balı alabilmesi için arkadaşları
Camsab'ı mağaranın derinliklerine indirir. Açgözlü arkadaşları kendilerine
düşen balın daha fazla olması için Camsab'ı mağarada kaderiyle başbaşa
bırakırlar.
Bu ürpertici mağaranın
içinde ne yapacağını düşünen Camsab birden bir ışık farkeder. Cebindeki çakıyla
bu ışık süzmesinin bulunduğu alanı büyüten Camsab asla tahayyül edemeyeceği
güzellikte bir bahçe ile karşılaşır. Bahçede eşşiz güzellikte çiçekler, meyve
ağaçları ve sayısız yılan bulunmaktadır. Bu şahane bahçenin ortasında ise,
büyük bir havuz olduğunu görür. Havuzun başında ise o mükemmel ihtişamıyla
Şahmaran oturmaktadır. Bu eşşiz güzellik, Camsab'ı farkeder ve himayesine
alır.
Camsab uzun yıllar
Şahmaran ile bu bahçede yaşar. Orada çok mutlu ve keyifli bir yaşam süren
Camsab, belli bir süre sonra ailesini çok özlediğini ve gitmek istediğini
Şahmaran'a bildirir. Çıkmak yasak olduğundan başlangıçta Camsab'a izin vermeyen
Şahmaran onu çok sevdiğinden kıyamaz ve gitmesine izin verir. Ancak
Camsab'tan kendisi ve yaşadıkları yer hakkında kimseye bilgi vermemesi ve
hamamda yıkanmaması konusunda söz alır. Daha sonra ailesinin yanına dönen
Camsab uzun bir süre verdiği sözü tutar.
Seneler sonra
ülkenin padişahı amansız bir hastalığa yakalanır. Padişahın veziri ise tek
dermanın Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söyler ve halk içinde Şahmaran'ın
yerini bilen kişiler olduğunu söyleyerek tüm halkı büyük hamamlarda toplar.
Çünkü yılanlarla yaşayan kişinin hamamda yıkanması durumunda vücudunun pul pul
olacağını iddia eder. Başka bir çaresi kalmayan padişah vezirin bu teklifini
kabul eder. Hamamda yıkanan Camsab kısa sürede derisi pullandığı için
yakalanır. Kendisi ve ailesinin öldürüleceği tehdidini alan Camsab istemeden de
olsa Şahmaran'ın yerini söyler. Padişahın askerleri Şahmaranı bulunduğu yerde
yakalayıp padişahın huzuruna getirir.
Camsab'ın çok üzgün olduğunu gören ve bunu yapmaya
mecbur kaldığını anlayan Şahmaran, Camsab'a yardım etmeye karar verir. Şahmaran
padişaha şifa bulması için; başını kaynatılıp padişah tarafından, gövdesinin kaynatılıp
vezir tarafından ve kuyruğunun kaynatılıp Camsab tarafından içilmesi
gerektiğini bildirir. Bu aslında Camsab'a yaptığı son iyiliktir. Başını
kaynatıp içen padişah şifa bulur, gövdesini kaynatan kötü kalpli vezir ise
ölür. Camsab ise Lokman Hekim olarak bildiğimiz büyük bir alim olur ve padişah
tarafından vezir olarak görevlendirilir. Anlatılan hikayeler farklılık gösterse
de, tüm hikayelerin sonunda Şahmaran ölmektedir.
Aynı hikayenin bir diğer versiyonunda ise evine dönen
Camsab ilerleyen süreçte Şahmaran'dan yardım isteyip bulunduğu yerden çıkmasını
ve hamama gelmesini ister. Şahmaran maranlara ve yılanlara hamama gideceğini ve
oradan bir düğüne katılacağı yalanını söyler. Aslında yardıma ihtiyacı olmayan
Camsab, Şahmaran'ın padişahın muhafızları tarafından yakalanmasını
sağlayarak ona ihanet eder. Amacı kendisine vadedilen vezirlik makamına
yükselmektir.
Hamama gelen Şahmaran'ı padişahın muhafızları yakalar
ve başını keserek öldürür. Ancak Şahmaran'ın kanı kuvvetlidir ve bütün hamama
yayılır. Çalışanlar ne yaparsa yapsın kanını çıkaramazlar. Şahmaran'ın
cesedi de o hamamda bulunan göbektaşının altına gizlenir ve yılanların
girmemesi için önlemler alınır. Çünkü Şahmaran'ın yılanları ve maranları davul sesi
duydukları sürece düğünün devam ettiğini düşünmektedirler.Efsaneye göre; davul
seslerinin kesildiğini anladıkları zaman, kraliçelerinin öldüğünü anlayacak ve
bulundukları yerden çıkıp evlere girerek insanları öldüreceklerdir. Bugün
Çukurova bölgesinde çok fazla yılan olmasının sebebini bu efsaneye bağlarlar.
Yine Adana ilinde bulunan Yılanlıkale'nin, maranların ve yılanların yaşadığı ve
Şahmaran'ı beklediği yer olduğu dile getirilir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
Şahmaran ''İnsanoğlu nankördür, küçük menfaatleri karşısında başkalarının muazzam zararlarına razı olur'' demiştir. Bu açıdan bakıldığında, Şahmaran ihanete uğrayacağını bilmektedir. Baştan beri insanlığı açgözlü ve menfaatçi olarak gören Şahmaran, Camsab'a olan sevgisinden dolayı bile bile ölüme gitmiştir. Belki de insanlığın açgözlü ve bencilliğini yüzüne vurmak ve ders vermek istemiştir. Thomas Hobbes da insanın doğasını anlatırken bu hususu vurgular. Ona göre insanlar, sürekli olarak birbiriyle çekişen, birbirini kemiren, birbirini yiyip bitiren varlıklardır. Bu açıdan bakıldığında, içimizdeki kötü duyguları bastırmalıyız, egolarımızdan ve sadece kendi çıkarlarımızı düşünmekten vazgeçmeliyiz.Bunu başaramadığımız sürece, dünya yaşanılmaz bir yer olmaya devam edecektir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
POPÜLER YAZILAR
SON YAZILAR
Popüler Yayınlar
-
Kalaşlar, krizin ve çatışmaların kol gezdiği Afganistan ve Pakistan ülkelerinin sınırında, üç bin metre yükseklikteki ...
-
Deliler diğer ismi ile Azaplar, ürkütücü kıyafetleri, savaş tarzları ve üstlendikleri misyonla Osmanlı Ordusunun en seçkin ve gözü ...
-
Hristiyan temelli olan Mormon Dini, bugün sayıları 15 milyonu bulan taraftarlarıyla hristiyanlığın yeniden yorumlanmış halidir. Semavi...